Hakikaten merhum Hasan Feyzi gibi az
zamanda çok hizmet eden ve Nurlara karşı pek çok ciddî alâkadar olan
Mustafa Osman'ın
hizmetinin makbuliyetine bir delil olarak, Hasan Feyzi'nin ve onun ruhlarında ve sadakatlerinde
iki muallim olan Ahmed Fuad ve Mustafa Sungur ve iki yüksek talebe olan Mustafa
Oruç
sh:
» (E: 181)
ve Rahmi'yi bulması ve Risale-i Nur'un o
kuvvetli ellerle hizmetine çalışması, o havali için büyük
bir saadettir.
Hem bazı cümleleri ta'dilâtla
beraber "Lâhika"mıza
geçirdiğimiz
Mustafa Osman'ın
ve muallim Mustafa Sungur'un müşterek
acib mektubları
gösteriyor
ki; merhum Hasan Feyzi nev'inde bir sünbül orada inkişafa başlamış, inşâallah çok
bîçarelerin imanını kurtaracaklar.
Hususan onların
mahiyetinde ve Isparta'nın
küçük masum kahramanlarına
benzer Rahmi namında
ondört
yaşında
bir mektebli çocuğun
fedakârane Nurların
derslerini gaye-i hayat bilmesi, bizleri ve Nurcuları cidden sevindiriyor.
O havali için gençlerin kurtulmasına
bir fâl-i hayırdır.
Risale-i Nur'un Zülfikar ve sair
mecmuaların
intişarı için büyük yardımlarda bulunan ve
merhum şehid
Hâfız
Ali'nin en mükemmel tarzda yazdığı
ve Nur fabrikasında
tam çalışkan
bir arkadaşı
ve sadık
bir vârisi olan Hâfız
Mustafa'nın
eline emanet bırakılan bütün Risale-i
Nur eczaları
onun eline geçmesini temin eden Ahmed Fuad'ı ve emaneti ona teslim eden
kardeşimiz
Hâfız
Mustafa'yı
ve Safranbolu memleketini ve oradaki kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz. İnşâallah Zülfikar'a
verdiği
herbir banknota mukabil bin kâr görecek,
binler hayırlara
medar olacak. Hem ona, hem kardeşlerinden
hatib İbrahim'e,
hem yeni bir fedakâr muallim olan Mustafa Sungur'a ve küçük bir Salahaddin olan
Rahmi'ye ve başta
Mustafa Osman ve Hıfzı olarak oradaki bütün
kardeşlerimize
selâm ederiz.
*
* *
sh:
» (E: 182)
Muhterem, mübarek, muazzez, şefkatli ve faziletli Üstadımız Efendimiz
Hazretlerine!
Evvelâ: لِكُلِّ مُصِيبَةٍ اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا
اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Risale-i Nur kahramanlarından şehid merhum Hâfız Ali Efendi'nin
refakat-ı
maneviyesine bu defa vâsıl
olan Hasan Feyzi ağabeyimizin
irtihali, bizleri cidden müteessir eylemiştir. Başta siz Üstadımız Efendimiz oldukları halde bütün Risale-i
Nur talebelerine ve kendisinin mensub olduğu maddî ve manevî efrad-ı ailesine ve
medrese-i Nuriyesine ve Denizli halkına ta'ziyetlerimi bildirir ve
teessürlerinize iştirak
eylerim. Ve naçiz manevî hediyelerimi dergâh-ı İlahiyeye takdim eylerken,
garik-ı
rahmetler ihsan buyurmasını niyazlarda
bulunurum. كُلُّ
نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ fehvasınca,
bu âlemden âlem-i ervaha götürdüğü, وَالَّذِينَ
آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِنَالْجَنَّةِ غُرَفًا
تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نِعْمَ اَجْرُ
الْعَامِلِينَ âyet-i sübhanînin işaret buyurduğu ecr-i naîm, çok
Hasan Feyzi'ler sünbül vermesini eltaf-ı İlahiyeden tazarru' ve niyaz
eylerim.
Muhterem efendim! Mesmuatıma nazaran,
Denizli'de bundan yetmiş-seksen
sene evvel büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zât, bir gün
talebelerine: "Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi." diye beşarette bulunmakla
zât-ı
devletlerini işaret
buyurmuş.
Ba'dehu Denizli'ye başka
başka
perdelerle teşrifiniz,
o zâtın
ruhunu şâd
u i'zaz için olduğunu
telakki etmiştim;
ve az zaman sonra aynı
isimde müteveffa Hasan Feyzi Efendi'nin Risale-i Nur'a hürmetle birinci Hasan
Feyzi'ye imtisalen istikbal etmesi ve Nurlara taaşşukla idhal-i envar olması, bu kanaatımı kat kat ziyadeleştirdi. Şimdi de düşündüm: Birinci Hasan
Feyzi'nin vefatından
sonra Said yetişti
ve namına
baktığı
ikinci Hasan Feyzi de vazifesini yaptı ve nurlara gark olarak ve
yerine bırakacağı çok Hasan Feyzi'leri
de vazife başına
davet edip hayata veda etti. Cenab-
sh:
» (E: 183)
ı
Erhamürrâhimîn'den tazarru' ve niyaz eylerim ki, Risale-i Nur'a ve üstadımıza bu Hasan Feyzi'nin
acısını unutturacak daha çok
Hasan Feyzi'ler ihsan buyursun ve onların başlarında üstadımızı mes'ud ve bahtiyar
ve muammer buyurmasını onun derya-i
rahmetinden, fazlından,
inayetinden ve ihsanından,
ikramından,
in'amından,
eltafından
ümidvar olup, görmekliğimizi tazarru' ve niyaz
eylerim.
Günahkâr,
âciz, kusurlu talebeniz
Halil
İbrahim
(Rahmetullahi
aleyhi ve alâ Hasan Feyzi)
*
* *
Bu
sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz
ederken, bu fıkra
onu tam susturdu; şükrettirdi.
Size de faidesi olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.
1- Ey nefsim! Yetmişüç sene, yüzde doksan
adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için
onun zevaliyle ağlamağa başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika
gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.
3- Senin başına gelen zulümler ve
musibetlerin altında
kaderin adaleti var. İnsanlar,
senin yapmadığın
bir işle
sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet
eliyle seni hem terbiye, hem hatana keffaret ediyor.
4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat'î
kanaatın
gelmiş
ki; zâhirî musibetler altında
ve neticesinde, inayet-i İlahiye'nin
çok tatlı
neticeleri var. عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ çok kat'î bir hakikatı ders veriyor. O
dersi daima hatıra
getir. Hem feleğin
çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için -o pek geniş kanun-u kaderî- değiştirilmez.
5- مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ kudsî düsturunu
kendi
sh: » (E: 184)
ne rehber et! Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki; fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise; bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevablar
veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zâten lezzetler şükür için verilmiş.
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelen:
Garib bir münazara-i nefsiyemi, bana mahsus iken, bera-yı malûmat size yazmak hatırıma geldi. Şöyle ki:
Başım üstündeki sizce malûm levha, nefsimi tam susturduğu halde; bu gece nefs-i emmarenin silâhını daha musırrane istimal eden kör
hissiyatım, damarlarıma tam dokundurup, tesemmüm ve hastalıktan gelen ziyade teessür ve hassasiyet ve şeytandan
gelen ilkaat ve fıtrî hubb-u hayattan gelen acib bir haletle, o ikinci
nefs-i emmare hükmünde olan kör hissiyat, benim vefat ihtimalinden şiddetli bir me'yusiyet ve teellüm ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalb ve ruhuma tam ilişti.
"Ne için istirahat-ı hayatına çalışmıyorsun, belki reddediyorsun; ve gayet zevkli ve masumane
lezzetli bir hayat ve bir ömür, kendine Nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeğe karar verip razı
oluyorsun?" dedi ve dediler. Birden gayet kuvvetli iki hakikat, o ikinci
nefs-i emmareyi şeytanla beraber susturdu.
Birincisi:
Madem Risale-i Nur'un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade hâlisane inkişaf
edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enaniyete vesilelikle ittiham
edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi
bulmadığı için daha mükemmel ve ihlas ile o vazife devam edecek.
Hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir, fakat âdi şahsiyetimin ehemmiyetli rakibleri, münekkidleri, o şahsiyeti ittiham edebilir ve Risale-i Nur'a ihlassızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir. Hem bir derece
bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o
daire-i nuraniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbetdar yerine, binler bekçi çıkar. Elbette ölüm gelse, baş üstüne geldin demek
gerektir.
Hem
madem Nur şakirdlerinden çokları hem malını, hem istirahatını, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nur'un hizmetinde feda ediyorlar, sen ey nefsim neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin.
sh: » (E: 185)
Hem
kat'iyen bil ki: Çok bîçarelerin hayat-ı
bâkiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fâni ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmağa lüzum olsa veya vakti gelse, razı olmak
gayet lezzetli bir şereftir.
İkincisi: Nasılki âciz, zaîf bir adam, bir batmanı kaldıramadığı halde on batman yük üstüne yığılmış bulunsa; ve dostları onu çok
kuvvetli bilip ona gizli za'fına yardımdan ziyade ondan yardım
istedikleri halde; o bîçare de onların hüsn-ü
zannını kırmamak veyahud kendini çok aşağı göstermemek için gayet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle kendini yüksek ve kuvvetli göstermeğe çalışmak çok elîm ve zevksiz olması gibi; aynen öyle de: Ey kör
hissiyatın içine giren nefs-i emmare! Bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın yüz derece fevkinde ve sırf bir
inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur'anın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlahiye ile elimize verilen Risale-i Nur'daki hakikatlara
o şahıs masdar ve menba' ve medar olamaz. Belki yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur'an kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeğe bir vesile olduğum halde, Nur'un muhlis ve hâlis, sıddık ve sadık, safi ve fedakâr şakirdleri,
o bîçare şahsiyetim hakkında yüz
derece ziyade hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad namı verdikleri o bîçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve
elemli tekellüflere ve tasannu'lara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridatın verdiği tevahhuş için, hattâ dostlarla dahi -hizmet-i Nuriye olmazsa- görüşmeyi terkediyorum ve etmeğe ruhen
mecbur oluyorum ve tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeğe ve ziyade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlasa tam münafî kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak haletleri ise, ey nefsim meftun
olduğun o zevkleri hiçe indirirler.
Ey
nefis! Ey zevke mübtela bedbaht kör hissiyat! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem
olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbab âdeta güya beni berzaha çağırıyorlar. Bu hazır
zamandaki on dosttan ben kaçmağa mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı maneviyesi
bin derece müreccahtır.. diye bu iki hakikatla hadsiz şükürler olsun o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen
zevke razı oldu, şeytan dahi sustu. Hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gayet hafifleşti.
Elhasıl: Ölsem, vazife-i Nuriye daha ziyade ihlas ile rekabetsiz,
sh: » (E: 186)
ittihamsız inkişaf eder.
Hem bu
zamanda aramadığım cüz'î, muvakkat zevk ve bu hayat ve dünya gözüyle fütuhat-ı Nuriye'den gelen lezzet bedeline; çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf elemlerinden ve hodfüruşluk zahmetlerinden ve tasannu' zararlarından
kurtulmak vardır.
Hem bu
senede bir defa ey nefis; ruh ve kalb ile beraber çok müştak olduklarınız eski zevkli ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet ettiğim ahbabları ve müfarakatlerinden çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için, beraber kısmen
hakikaten, kısmen hayalen o geçmiş mazide
gezdin. Sen de gördün ki, o sevimli, müteaddid vatanlarımda, yüzde ancak bir-iki ahbabı
bulabildin. Ötekiler, bütün berzah âlemine göçmüşler ve o sevimli hayat levhaları değişmiş, elîm ve hazîn bir vaziyet almış. Daha o ahbabsız yerleri görmek istenilmez. Onun için, bu hayat ve bu dünya bizi
kovmadan evvel ve haydi dışarıya demeden, biz kemal-i izzetle, Allah'a ısmarladık deyip izzetimizle bu fâni zevklerimizi bırakmalıyız.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Umum kardeşlerimize binler selâm ve dua eden, hasta fakat tam mesrur
kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Sizleri
ve umum Risale-i Nur şakirdlerini ve bilhassa Medrese-i Nuriyenin talebelerini
ve bilhassa o merhumun akrabalarını, Medrese-i Nuriyenin mübarek üstadı Hacı Hâfız Mehmed'in vefatı
münasebetiyle ta'ziye ediyoruz. Ve Nurlar hesabına bütün
ruh u canımızla biz dünyada kaldıkça ona
dua-yı rahmet etmeğe ve Hâfız Ali ve Hasan Feyzi ortasında daima bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeğe kat'î
karar verdik. O çok ehemmiyetli ve Nur hizmetinde muvaffakıyetli, merhum o mübarek zâtın mükemmel vazifesini bitirip yüzer manevî evlâd ve
hayr-ül halef bırakıp gittiği ve terhis olduğu,
rahmet ve istirahat âlemine çekildiği aynı zamanda, büyük üstadlarımın dairesine kazançlarımı bağışladığım zaman; Hâfız Ali,
Hâfız Mehmed, Mehmed Zühdü ve Sav'lı Ahmed ve Hasan Feyzi içinde ihtiyarım
olmadan Hacı Hâfız Mehmed daha hayatta iken on günden beri onların içinde görüyordum. Derdim: "Vefat edenler içinde bu da
bulunsun." İlişmedim. Hem hayatta olanlar içinde, hem üstadlar
dairesinde bulunmasına hayret ederdim. Şimdi bu mektubunuzdan anlaşıldı
sh: » (E: 187)
ki; onun hâlisane
kudsî hizmetinin bir kerameti olarak vefatını ihsas ediyordu. Hâfız Ali, Hasan Feyzi ortasında
makamım var diye iş'ar
ediyordu. Cenab-ı Hak onun defter-i a'maline, Sava medrese-i Nuriyede
okunan ve yazılan risalelerin harfleri adedince ruhuna rahmetler ve
kabrine nurlar ihsan eylesin, âmîn. Ve aynı
sistemde tam hayr-ül halef mahdumu Hâfız Mehmed
ve hafidi Ahmed Zeki'yi onun vazifesinin idamesine muvaffak eylesin, âmîn! Ve
onların umumuna sabr-ı cemil
ihsan eylesin, âmîn.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ
بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur şakirdlerinin
küçük pehlivanları!
Asâ-yı Musa âhirlerinde -bazı nüshalarında- mübarekler pehlivanı büyük
ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin
sualine karşı verdiğim bir cevab var. Onu okuyunuz ki, o zâta bazı mu'terizler Risale-i Nur'un kıymetini
bir derece kırmak için demişler:
"Herkes Allah'ı bilir. Âdi bir adam, bir veli gibi Allah'a iman eder" diye
Nurların pek yüksek ve pek çok kıymetdar
ve gayet lüzumlu tahşidatını ziyade göstermek istemişler.
Şimdi İstanbul'da -daha dehşetli bir fikirde- anarşi
fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç
derecesinde herkes muhtaç olduğu imanî hakikatlarına
ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes
Allah'ı bilir. Onu, daha yeni ders almağa ihtiyacımız çok yok." diye mukabele etmek istiyorlar. Halbuki
Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve
zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki
olmadığına ve "Lâ ilahe illâllah" kelime-i kudsiyesine,
hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa
"Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek
ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci'
tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilme
sh: » (E: 188)
mek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve
sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir
cihette Allah'a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin
dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet
inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
Evet
kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal'i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib
edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat
ona iman etmek: Kur'an-ı Azîmüşşan'ın ders verdiği gibi,
o Hâlık'ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve
günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve
nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest
işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak,
o imandan hissesi olmadığına delildir. Her ne ise... Evlâdlarım, ehemmiyetli bir hâdise size bu uzun mes'eleyi kısaca beyan etmeye sebeb oldu. Şimdilik sizlere Risale-i Nur'un ehemmiyetli şakirdleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç çok tali'lidir ki, kendi sisteminde
ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa
oldu.
Said Nursî
* * *
Aziz,
muhterem kardeşim!
Evvelâ
zâtınızın bir risale kadar câmi' ve uzun ve müdakkikane,
hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin
olarak size bunu beyan ediyorum ki: Risale-i Nur'un üstadı ve Risale-i Nur'a Celcelutiye Kasidesi'nde rumuzlu işaratıyla pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususî üstadım İmam-ı Ali'dir (R.A.). Ve قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا
اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى âyetinin nassıyla, Âl-i Beyt'in muhabbeti, Risale-i Nur'da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir
cihette Nur'un hakikî şakirdlerinde olmamak lâzım
geliyor. Fakat madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade
edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur'an ve iman aleyhin
sh: » (E: 189)
de kuvvetli cereyanları var.
Elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz'î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.
Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar
dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını
beyan etmek, emrolunan muhabbet-i âl-i beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet
Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men'etmişler. Çünki Vakıa-i Cemel'de Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka
(R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o
harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız fakat içtihad neticesi olduğu
cihetle afvedilir. Hem Vehhabîlik damarı, hem
müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyet'e zarar vermesin diye Sıffîn
Harbi'ndeki bâgîlerden de bahis açmayı
zararlı görüyorlar.
Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i
Kelâm'ın büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Taftazanî,
"Yezid'e lanet caizdir" demiş;
fakat "Lanet vâcibdir" dememiş.
"Hayırdır ve
sevabı vardır" dememiş. Çünki hem Kur'anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden
hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lanet etmese,
hiçbir zararı yok. Çünki zemm ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i sâlihte dâhil olamaz. Eğer
zararı varsa daha fena...
İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabîlik damarıyla en ziyade İslâmiyet'i ve hakikat-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur ve
mükellef olan bir kısım
hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi, İslâmiyet'e vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de
bir parçasını mektubunda
yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i
Nur'un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı, hocalardan bulmuşlar. Şimdi Haremeyn-i Şerifeyn'e
hükmeden Vehhabîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbn-üt Teymiye ve İbn-ül Kayyim-i Cevzî'nin pek acib ve cazibedar eserleri İstanbul'da çoktan beri hocaların
eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid'alara
müsaadekâr meşreblerini kendilerine perde
yapmak isteyen, bid'alara bulaşmış bir
kısım hocalar, sizin muhabbet-i Âl-i Beyt'ten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı
vesile ederek hem sana, hem Nur şakirdlerine darbe vurabilirler.
Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'î
yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'î
var. Zemm ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer
sh: » (E: 190)
haklı ise, hiç hayır ve sevab yok. Çünki tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir
etmemekte hiçbir hükm-ü şer'î yok, hiç zararı da yok. İşte bu hakikat içindir ki; ehl-i
hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beyt'in
Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikata müstenid olan kanun-u kudsiyeyi
kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman
fitnelerinden medar-ı bahs ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler; menfaatsiz, zararı var demişler.
Hem o
harblerde, çok ehemmiyetli sahabeler, nasılsa
iki tarafta bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o
hakikî sahabelere, Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i
Mübeşşere'ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe
gelir. Hata varsa da tövbe ihtimali kuvvetlidir. O eski
zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat
emretmeden o ahvalleri tedkik etmekten ise; şimdi
bu zamanda bilfiil İslâmiyet'e dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet
vermemek gibi bir halet, mü'min ve müdakkik bir zâtın vazife-i kudsiyesine muvafık
gelemez...
Hattâ
Sabri ile küçücük münakaşanız;
hem Risale-i Nur'a, hem hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin
gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur'a oraca ehemmiyetli bir hizmete
vesile olacak Sabri oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye
beklerken, bilakis üç cihetle Nur'a zarar geldiğini
hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş? diye, iki-üç gün sonra haber aldım ki;
Sabri manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah dedim, "Ya Rab! Erzurum'dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalahaya tebdil et." diye dua ettim. Risale-i Nur'un İhlas Lem'alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes'eleleri nazara almamak, niza' etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i
ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmağa çalış ve onu da afvet ve helâl et. Çünki
o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri,
lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki; büyük bir hasene
ve iyilik, çok günahlara keffaret olur. Evet o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nur'a ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatasını
afvettirir. Sizin âlîcenablığınızdan,
o Nur hizmetleri hatırı
için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.
Sahabelerin
bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve
nisbiye ve
sh: » (E: 191)
ruhsat-ı şer'iyeyi düşünüp tâbi' olarak, Hazret-i Ali'nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer'iye
ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali'nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve "Habr-ül Ümme" ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında
bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet
Velcemaat, مِنْ
مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir
düstur-u esasiye-i şer'iyeye binaen طَهَّرَ
اللّهُ اَيْدِيَنَا
فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını
açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında
bulunan Âl-i Beyt'in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi
Aşere-i Mübeşşere'den
büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı
kapamak tarafdarıdır.
Hattâ Ehl-i Sünnet'in ve İlm-i Kelâm'ın azîm imamlarından meşhur Sa'deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel'in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî
gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat'in allâmeleri demişler:
"Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta
imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat'î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat'î ve delil-i kat'î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe
etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki لَعْنَةُ
اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِينَ gibi umumî
bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı,
lüzumsuzdur." diye Sa'deddin-i Taftazanî'ye mukabele etmişler. Senin müdakkikane ve âlimane mektubuna karşı uzun cevab yazmadığımın
sebebi; hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
* * *
sh: » (E: 192)
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Cennet-ül Firdevs'in meyveleri ve Medreset-üz Zehra'nın heyet-i fa'alesinin sahaif-i amelleri ve defter-i haseneleri olan
Zülfikar ve arkadaşlarını, selâmetle cuma gecesi serçe kuşunun
verdiği müjdeden iki saat sonra kemal-i sürur ile aldık. Sizlere onların harfleri adedince
"Bârekallah, veffekakümüllah ve es'adekümüllahü fi-d dâreyn" deyip
ruh u canımızla
sizi tebrik ettiğimiz gibi, bu memleketi de tebrik
ederiz. Ve Zülfikar'ın zuhurunun mukaddemeleri başlaması ile din lehinde kuvvetli
cereyanların ve aleyhindeki tecavüzün durması ve bir kısmı rücu
edip eski hatiatın tamirine çalışması işaretiyle,
şimdi bilfiil tezahür ve neşrolması, inşâallah memleket için İslâmiyet cihetinde büyük bir
faidesi olacak ve zulmetleri dağıtacak işaretini veriyor.
Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak, yalnız Risale-i Nur'dur. Siyaset,
diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmağa mecburiyet var. O Zülfikar'ın zuhura gelmesi için çalışanların şahs-ı manevîsinin, belki herbirisinin kıyametteki
defter-i hasenatına yediyüz sahifesiyle bir tek
sahife-i hasenat olmasını
rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz. Madem o
iman hakikatları yüksek bir ibadet ve hasenedir
ve onunla çokların imanını kurtarmak binler hasene
hükmündedir, onun zuhuruna çalışanların herbirisi onu okuyup ve dinleyip itikad etmesiyle, aynen işlediği sair hayratın defteri gibi bir uhrevî senedidir. Elbette onların ve şahs-ı manevîsinin âhirette defter-i hasenatından
yediyüz sahifesiyle birtek sahife olarak Zülfikar aynen neşrolmak ve bir sahifesi hükmüne geçmek hadsiz bir rahmetin şe'nidir.
Sâniyen:
Gerçi Nurlar girdikleri her yerde galebe eder, fakat mütemerrid ve muannid zındıklar, maddiyyunlar, ellerinden
geldiği kadar fütuhatına
fütur vermek için desiselere ve ehl-i siyasete evham vermeğe çabalıyorlar. İnşâallah bir halt edemezler. Fakat
ihtiyat, her vakit iyidir. "Sırran
tenevverat" düsturu devam ediyor. Tâ bunun gibi birkaç mecmua çıkıncaya kadar temkinli ve ihtiyatlı bulunmak lüzumu var. Hattâ bu defa Sırr-ı "İnna A'tayna"nın remizli risalesini onüç seneden beri görmediğim halde buraya göndermek bir derece ihtiyat
kaidesine muhalif olduğu gibi, herkes anlamaz; hem tevil
ve tefsir lâzımdır. Çünki Lâhika'da
sh: » (E: 193)
bir mektubda yazmıştım ki, iki hakikat mücmelen bana ihtar edilmişti:
Birisi:
Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mana verip, kırk sene evvel "Bir nur göreceğiz" diye müjde veriyordum. Hattâ hürriyetten evvel, eski
talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum.
Zannederdim ki; geniş siyaset dairesinde olacak.
Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu
imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur'u
göreceksiniz diye hakikattan baha ihtar edilmiş; bir hiss-i kablelvuku' ile musırrane
ve tekrar ile ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı mes'elenin suretini değiştiriyordum.
İkincisi: Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar oniki, onüç, ondört,
onaltı sene zarfında
büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki mes'elenin aksine
olarak, geniş dairede vuku'bulan o hâdisatı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları,
küçük bir dairede şahıslara
gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim
ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük oniki sene sonra en müdhişi dünyayı terkettiği gibi; büyük dairede de onun gibi dehşetli
cemaatler; oniki, onüç, ondört, onaltı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi. Ben tevilim ile bu büyük
daireyi yalnız küçükte tatbik ettiğim gibi; evvelki nur mes'elesinde de bilakis küçük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş
daire-i siyasiyede tevilimle mana vermiştim.
Onun için, Sırr-ı İnna
A'tayna'yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesail-i ilmiyeye girmemek
lâzım olduğundan, o risale hattâ onüç
seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler. Biri eğer
çok merak etse, o Sırr-ı İnna
A'tayna'nın başında şimdiki "Sâniyen" ile başlayan fıkrayı ve Lâhika'da geçen aynı mes'eleye dair fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bakmasın. O ikinci harb-i umumî ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i imanın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve
az bir tevil ile o risaleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku' bulması, o surenin bir lem'a-i i'cazıdır. Fakat heyecanlı tevillerim perde çekmişti, hakikat gizlenmiş.
* * *
sh: » (E: 194)
Aziz,
muhterem kardeşim!
Bin
üçyüz seneden beri âlem-i İslâm'ı ağlatan ve bütün ehl-i hakikata
"Eyvahlar! Yazıklar olsun!" dediren âlem-i İslâm'ın en dehşetli büyük yarasını deşmek, düşünmek; benim hususî meşrebimde tahammülüm fevkinde elem veriyor. Hususan yirmibeş seneden beri ihlas ile hakikî hizmet-i imaniye, beni her nevi
siyasetten çektiği ve yirmibeş sene zarfında bir gazeteyi okutturmadığı gibi; yirmi sene bu işkenceli esaretimde hayat-ı siyasiyeye bakmamak için hükûmete müdafaat-ı hapsiyeden başka müracaat etmeyen ve vazife-i
imaniyeye noksan gelmemek ve ihlas kırılmamak ve siyasete bulaşmamak için on sene bu dehşetli harb-i umumîye bakmayan, baktırmayan
bir halet-i ruhiyeyi taşımağa
mecburiyetim varken; şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kurtarmak mecburiyeti Kur'anın emriyle varken; bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyt'e gelen dehşetli zulümleri temaşa etmek, daha ziyade ruhumu ezer
ve kuvve-i maneviyeyi kırıp
ruhuma azab azab üstüne gelmektir.
Zalim
siyasetin gaddarane bir düsturu olan "cemaat için ferd feda edilir"
diye çok zalimane pek çok vukuatı, ehven-üş şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında
hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle,
bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş-on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.
İşte eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden; siyasette bu müdhiş düsturlar karşısında,
mecburiyetle selef-i sâlihîn sükût ile ve Ehl-i Sünnet Velcemaat'ın imamları o kapıları kapamak, طَهَّرَ
اللّهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا deyip o kapıları açmıyorlar.
Madem
Ehl-i Beyt'e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azab ve zahmet mukabilinde o
derece yüksek bir mükâfat görmüşler
ki, aklımız
ihata etmiyor. Değil şimdi
onlara acımak, belki onlara o hadsiz
rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir
ki; birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette
kazandıkları gibi; dünyada da kaldıkları zamanda,
sh: » (E: 195)
ehemmiyetsiz, dünyanın
fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel, manevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şah, birer manevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî
üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidîn (R.A.)
-hususan Cevşen-ül Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım- ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali'den (Kerremallahü Vechehu) aldığım
ders, otuz seneden beri, hususan Cevşen-ül
Kebir'le daima onlara manevî irtibatımda,
geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi
almışım. Zalimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak; belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünki onlar mücazatını ve mazlumlar mükâfatını, aklımızın
fevkinde görmüşler.
O mes'eleler ile meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur'aniyeye zarar
verir. Ülema-i İlm-i Kelâm'ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve
Ehl-i Sünnet Velcemaat'ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri
müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur'un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ
ehl-i bid'a kısmı da
bu meşrebimize ilişemiyorlar.
Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit,
feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve
mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar
ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, Din-i İsa'nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o
daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil; belki bir tesanüd, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa mes'eleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali'nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği
Risale-i Nur, bu zamanın müdhiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş,
harice çıkmıyoruz.
İmam-ı Ali'nin (Kerremallahü Vechehu) şahsına ve hayatına ve adalet-i hakikî üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır.
Şahsiyet-i zâhirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i
içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i
manevîsine ve kemalât-ı ilmiyesine ve makamat-ı velayetine ve vârisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında
muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret
veriyor.
sh: » (E: 196)
Halbuki Yezid
ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin
kısm-ı azamı, İmam-ı Ali'nin (R.A.) hârika kemalâtına ve
kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar,
hata etmişler.
Haricî
ve büyük bir düşmanın
hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum
eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için daire-i İslâmiyede
eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil, muarız
vaziyetini alan ehl-i İslâm, o dâhilî düşmanlıkları muvakkaten unutmak, maslahat-ı İslâmiye
muktezasıdır.
* * *
Aziz,
sıddık, bahtiyar kardeşim Süleyman Rüşdü!
Seni
ve kardeşin kahraman Burhan'ı ve senin iki mübarek, masum evlâdını ve senin hane halkını,
Risale-i Nur namına ve umum şakirdler hesabına, ruh u canımızla sizi tebrik ediyoruz. Böyle kudsî ve daimî sevab kazandıracak
uhrevî bir hizmete muvaffakıyetinizi, Isparta ve bu memleket
istikbalde alkışlayacaktır. Size çok hayırlı
duaları kazandıracak. İnşâallah, Zülfikar gibi daha çok
emsaline muvaffak olursunuz. Bu acib şerait
içinde bu fevkalâde muvaffakıyet; hem Zülfikar'ın, hem sadakatınızın bir kerametidir. Çok mübarek olan senin rü'yan ki,
emr-i İlahî ile Kur'anı
Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a vermek, Hazret-i Cebrail'in
vazifesinin bir cilvesidir. İşarettir ki, bu hizmetiniz; hem rıza-yı İlahiyeye, hem rıza-yı Peygamberîye (A.S.M.) muvafıktır. Mu'cizat-ı Kur'aniyeyi, Mu'cizat-ı Ahmediye vasıtasıyla ümmet-i Muhammediyeye
(A.S.M.) tebliğ etmek manasıyla senin rü'yan tabir edilir.
Nasıl bir küçücük cam parçasında güneşin bir timsali, ziyasıyla o elindeki camı tutanla münasebetdar olur; bir nevi muhabere eder. Öyle de hususî bir tecelli ile, rü'yalarda -selef-i sâlihînde bu çeşit rü'yalar görülmüş- makbuliyet ve rıza alâmetidir. Hazret-i
Peygamber'in (A.S.M.) yanında gördüğün adam da, Nur ve Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsidir.
* * *
sh: » (E: 197)
Vazifemiz,
ihlas ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu
kadar ihtiyat ile "sırran tenevverat" irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona
göre hareket etmektir. Yoksa, muarızlara mukabele etmek ve onların
hücumundan telaş etmek değil. Muvaffakıyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise,
vazife-i İlahiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlahiyeye karışmamak gerektir diye hem bana, hem sizin bedelinize teselli buldum.
* * *
O beş Ahmed'den Safranbolu'da Hasan Feyzi'nin tam yerine geçen tam vârisi
Safranbolu'lu Ahmed Fuad'ın, gayet samimî ve fedakârane
mektubunda, benim bedelime, aynen Hasan Feyzi, Hâfız Ali gibi; bâki kalan hayatını bana verip, benden evvel berzaha gitmek için dua ediyor. Halbuki şimdi Nurlara onun hayatı daha ziyade faidelidir.
Bana nisbeten genç, faal bir kardeşim, benden sonra, kardeşlerim gibi vazife-i Nuriyemi yapıyorlar diye kemal-i istirahat-ı
kalble ecelimi beklerim. Cenab-ı Hak, onun gibi çok fedakârları Nurlara kavuştursun.
* * *
Hem
çok eski, hem çok sadık, hem çok muktedir, sebatkâr
Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz Ahmed'in ve
medresenin üstadı olan merhum Hacı Hâfız'ın
kerametli vefatına dair güzel, hazîn mektubunda,
o Medrese-i Nuriye'nin şakirdlerinin, o merhum üstadlarına karşı gösterdikleri
dindarane vaziyet ve yağmurun zahmet vermemek ve onları ıslatmamak ve üşütmemek için durması, iş bittikten sonra başlaması, o merhum zâtın ruhuna büyük rahmetlerin nüzulüne emare... Cenab-ı Hak o rahmet katreleri adedince ona ve onlara rahmet etsin, âmîn.
* * *
sh: » (E: 198)
Kastamonu'da
sekiz sene mübarek mahdumu ve merhum refikasıyla
Risale-i Nur'a fevkalâde bir sadakatla çalışan ve
kalemiyle Risale-i Nur'a çok hizmet eden ve çokları Nur dairesine getiren ve hapishanede kendi gibi kahramanlardan olan Sadık Bey'e hem istirahatıma, hem Nur şakirdlerinin tesanüdüne ehemmiyetli hizmet eden ve Feyzi ve Emin ve İhsan ve Ahmed'ler gibi has kardeşlerimizle
yine Kastamonu'da Nurlara hizmet eden "Küçük Şeyh" namında Hilmi Bey bana mektubunda, Nurcu olan refikasının vefatını bildiriyor. O merhume hakkında medar-ı şükrandır ki; bir-iki aydır, dualarımda Zehra'lar dediğim vakit, Hacer'ler de derdim;
içinde o merhumeyi de niyet ediyordum. Vefatını bilmiyordum. Cenab-ı Hak ona binler rahmet eylesin ve
akrabasına sabr-ı cemil ihsan etsin, âmîn!
* * *
Risale-i
Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan
hocalardan ve Konya hocalarından başka sair hocalara, bugünlerde tashihat yaparken şiddetli bir hiddet bana geldi. Çünki
arabî okumayan Nur şakirdlerinin fedakârları, arabî bilmemesinden sehivler, hatalar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden, hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara'da ve İstanbul'daki resmî hocalara bağırarak
dedim: "Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem
medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn
gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz. Belki de sizin lâkaydlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet
veriyorsunuz. "İmam-ı Ali'nin (R.A.) âhirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar
oluyorsunuz" diye dehşetli bir itiraz kalbe gelirken,
birden kalbini bozmayan hocaları müdafaa etmek için üç mana ihtar
edildi:
Birincisi:
Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasib olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur'dan çekilmeleri
için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil; belki derd-i maişet veyahud o heyet-i ülemadaki
büyük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği
ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak
derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel etmeğe kendine fetva buluyor.
İkinci Mana: Bu kadar dehşetli bir hücum ve tazyike maruz
sh: » (E: 199)
kalan Risale-i
Nur şakirdlerini, evham yüzünden, güya Menemen ve Şeyh Said
vakıaları gibi bir hâdisenin ihtimali var
diye iki defa imha için, hem perde altında
eskiden beri düşmanlarım, hem resmen kanun ve idare ve siyaset cihetinde merhametsiz bir
surette bazı erkân-ı hükûmetin bizi iki defa hapis ve ittiham etmesi ve resmî ve gayr-ı resmî propagandalarla herkesi bizden ve Nurlardan ürkütmesiyle elbette
hassas ve bir derece zaîf hocalara ehemmiyetli bir korku verip bir mazeret
olur. Onun için, ekseriyet değil; belki yalnız fevkalâde bir cesaret ve gayret taşıyan
bir kısım hocalar, Nurlar dairesine
girip, girmeyenleri de bir derece afvettirdiler.
Üçüncü Mana: Şimdilik te'hir edildi. Bazı
hocalar, "Minare kadar yüksek bir adamı",
hem "Alnında okunacak bir yazı bulunacak" hem "Birden eli bir su ile delinecek" gibi
hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur'un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda
Risale-i Nur'da, nokta-i istinad olarak avam-ı
mü'minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nur'da
buldukları öyle bir hakikattır ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir
garaz ve maksad içine girmeyecek ve hiçbir şübhe
ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman
ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak
ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak; dünya maksadları ona karışmayacak; tâ ki, uzakta olan ehl-i
iman, o hakikata ve sadık naşirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli
feylesofların itirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar.
Evet
o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu
hakikatı, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve şakirdleri,
haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksad
taşımıyorlar; elbette o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattır diye bin bürhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır; ve "İslâmiyet'te bir hakikatsızlık mı
var?" diye daha evhama düşmeyecekler.
İki defadır, himmeti uzun, eli kısa Abdurrahman Salahaddin, Asâ-yı
Musa'yı ve Zülfikar'ın bir
kısmını
Câmi-ül Ezher'e göndermek istemiş, hilaf-ı me'mul olarak, o lüzumlu ve
ehemmiyetli yere bazı esbaba binaen gitmemiş. اَلْخَيْرُ
فِى مَا اخْتَرَهُ اللّهُ kaidesince, belki ben o iki
nüshaya bakmadığım ve tashih edemediğim için; o inceden inceye herşeyi
tedkik eden ülema heyetine, tam bir tashih gördükten
sonra, hem tam Zülfikar ve Asâ-yı Musa beraber olarak gitmek
münasibdir diye kalbime geldi. Belki
sh: » (E: 200)
ehemmiyetli ve ülemanın
itirazını celbedecek sehivler içinde var. Onun için o iki risaleyi Salahaddin bana göndersin
ki, ben bakacağım. Sonra inşâallah hem tam Zülfikar'ı, hem
Asâ-yı Musa ile, hem Tılsım Mecmuası ile, ehemmiyetli bir beyanname ile beraber göndereceğiz.
Üstadlarımdan birisi olan Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin (K.S.)
mensublarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllatif'in mektubundan anlaşılıyor ki; bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet
edecektir. Zâten ben bekliyordum ki, Mevlevîlerden bazı Nur kahramanları çıksın. İnşâallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususî
mektub yazmağa halim müsaade etmediği için
gücenmesinler. Orada, Sabri ve mahdumları ve Nur şakirdlerine ve başta Hoca Vehbi Hazretleri olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.
* * *
Size
hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeğe ve مُوتُوا
قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmağa dair bir Nur şakirdi sordu ki: "Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman
aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız."
Ben de
dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi
bir derece taksim olur; derecesine göre
herbirisi maldan bir kısmına hakikî mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emval-i uhrevî gibi herbirisi umum o mala,
o nur lâmbasına derecesine göre mâlik
sayılır; herbirisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said'in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur.
Meselâ o emval, emval-i Nuriye, faraza bir hazine kadar olsa, binler Nurculara
tevziatta, taksimatta yirmişer, yüzer altun düşebilir;
fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binaen, herbirine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir.
Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.
Yine o şakird dedi ki: "Herbir has şakirdin,
senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki, o koca malı bütün
birden alsın?" Ben de dedim ki: İnşâallah tesanüdün sırr-ı azîmi ile -ki, üç elifi tesanüdle yüz onbir kuvvetinde gösterdiği gibi- has şakirdlerin
mabeynindeki tesanüd-ü hakikînin verdiği
kuvvet,
sh: » (E: 201)
benim gibi bir bîçarenin sizce fevkalâde zannedilen
fedakârlığından geri kalmayacaktır inşâallah.
* * *
Sava
Medrese-i Nuriye kahramanlarından Mehmed Çavuş, benim için yazdığı Zülfikar'ı emniyet müdürünün elinde görmüş, demiş: "Benimdir, veriniz." O da demiş ki: "Hoşuma gitti, bir-iki hafta okuyacağım." O da demiş: "Kalsın."
Eğer münasib görseniz,
benim tarafımdan o emniyet müdürüne ve alan komisere deyiniz ki: Said
size selâm edip, benim hattım güzel olmadığı için, o
zât, benim için yazmış.
Ben
Isparta'yı toprağıyla, taşıyla, bütün ahalisiyle mübarek gördüğümden; oradaki hükûmete, hususan zabıtasına ciddî dost nazarıyla bakıyorum. Hususan çok tecrübelerle ve üç vilayet zabıtasının itirafıyla ve üç vilayet mahkemesinin müttefikan beraet kararıyla ve üç cem'iyet-i ilmiyenin ve ehl-i vukufun tahsin ve takdirleriyle
sabit olmuş ki; Risale-i Nur eczaları ve şakirdleri, emniyet müdürünün ve zabıtanın vazifeleri olan asayiş ve idare ve inzibat ve ahlâksızlığa karşı, komiserlerden ziyade, serkeşleri itaata getirmek ve asayişi temin etmekte, manevî ve tam tesirli manevî inzibat
memurlarıdır. Onun için zabıta,
evhamla değil; kemal-i takdirle, emniyet müdürünün bakması gibi bakmalıdır. Çünki o Zülfikar hakkında demiş: "Çok güzel, sevdim, okuyacağım.. hoşuma gitti." Her ne ise... Siz, daha ne münasib görürseniz öyle yaparsınız.
Hem
emniyet müdürüne deyiniz ki: Kardeşimiz
Said diyor: Eğer o Zülfikar tam hoşuna
gitmişse; o benimdir, ona hediye ediyorum. Hem onun gibi mühim
olan Asâ-yı Musa'yı da ona hediye edeceğim.
Denizli'den
ve Tavas'tan gelen güzel mektublarına
hususî cevab vermeğe kat'iyen vaktim ve halim müsaade etmediğinden; hususî cevab vermediğimden gücenmesinler. Çakır Yusuf'un mektubundan, tam ciddiyeti ve tam Hasan Feyzi'nin bir vârisi
olduğunu gösteriyor.
* * *
sh: » (E: 202)
Kardeşimiz ve Nur'un kumandanlarından Isparta Hulusi'si Re'fet Bey'in mübarek masumunun
dokuz yaşında iken -bu derece- Risale-i Nur'dan Birinci Söz'ü yazması gösteriyor ki; o mübarek Hüsnü, Safranbolu'nun onbir yaşındaki Hüsnü'sü gibi dahi masumların
küçücük bir kahramanı olmağa namzeddir. Cenab-ı Hak onu
Nurlara bağışlasın ve muvaffak eylesin, âmîn. İnşâallah yazdığı nüshayı sonra tashih edip göndereceğim.
* * *
Eski Dâhiliye Vekili, şimdi
Parti Kâtib-i Umumîsi Hilmi Bey!
Evvelâ:
Yirmi sene zarfında bir tek istida dâhiliye vekili iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım,
vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem
eski dâhiliye vekili, hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir defa yine hükûmet hesabına
hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam,
on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir-iki saat müsaade ediniz.
Sâniyen:
Şimdi partinin kâtib-i umumîsi itibariyle size bir hakikatı beyan etmeğe kendimi mecbur biliyorum. Hakikat da şudur:
Sen
kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkası'nın, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin
seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile
memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir
surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde
doğrudan doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle
isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve
kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki
anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila
etmesine sebebiyet
sh: » (E: 203)
verecek.
Evet
hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu
kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve
ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı
durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla
mezcolmuş, ittihad etmiş ve
bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu
millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur'aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak
ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı
durdurur inşâallah.
İkinci cereyan: Âlem-i İslâm'daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak
için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi
dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm'ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete
çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli
plânı değiştirip hariçteki âlem-i İslâm'ı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet
dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur. Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz
hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye
kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına
mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli
kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört
milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve
milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve
himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama
verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört
haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.
Sâlisen:
Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlub
ederdi. Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an'ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış.
sh: » (E: 204)
Zâhiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru' etse de kalben bağlanmaz.
Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz;
istibdad-ı
mutlaktan, rüşvet-i
mutlakadan başka
hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok
misalleri var. Kısa
kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum.
Bu asrın Kur'ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç,
Finlandiya'dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere
rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye
kadar gelen inkılab
kusurlarını üç-dört adamlara verip şimdiye kadar umumî
harb ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları -hususan an'ane-i
diniye hakkında-
tamire çalışsanız, hem size
istikbalde çok büyük bir şeref
ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem
vatan ve millet hakkında
menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak
olursunuz.
Râbian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir
kapısı kapanmıyor ve madem siz de
herkes gibi kabre koşuyorsunuz
ve madem o kat'î ölüm
ehl-i dalalet için idam-ı
ebedîdir, yüzbin hamiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil
edemez ve madem Kur'an, o idam-ı
ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbat eden
Risale-i Nur elinize geçmiş
ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat
eden feylesofları
imana getiriyor ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz
ve feylesof ve ülemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur'u tahsin ve
tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki
hüccetlerine itiraz edememişler
ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum
eden dehşetli
cereyanlara karşı
sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî olduğuna, Türk milletinden hususan
mekteb görmüş gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim; elbette
benim size karşı
bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok
diplomatları
her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir
kapısında vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi
dinlemek lâzımdır.
_____________________________
Küçük
bir haşiye:
Hilmi Bey! Tâliin var. Ben, hapiste
ve burada iken hakkımda
seni merhametsiz gördüm.
Ne vakit hiddet ettim, bedduayı
niyet ettim. Hilmi Bey namında
benim bir kardeşim
ve Nur'un has bir şakirdini
her vakit hayırlı duamda ismiyle
zikrettiğimden,
sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi
Bey ismi âdeta şefaatçi
oldu, beni men'etti; ben de, o niyetten vazgeçtim. Senin beni tazib eden
memurlarından
gelen eziyete tahammül edip o bedduadan vazgeçtim. Çok defa hayret
ediyordum. Bana bu kadar sebebsiz azab vermekle beraber sana hiddet etmiyordum.
Demek en sonunda seninle dost olacağız diye, o hiss-i kablelvuku'
ile kalbe gelmiş.
sh:
» (E: 205)
Bu istida, yirmi seneden beri hiç
müracaat etmediğim
halde, bir hiddet zamanında
bir defa olarak beni tazib eden dâhiliye vekili Hilmi'ye hitaben yazılmış, bera-yı malûmat Afyon
Emniyet Müdürü'ne gönderilmiş. Manasız, lüzumsuz dört-beş defa bana sıkıntı verdiler.
"Senin yazın
böyle
değil,
kim sana böyle
yazmış?"
diye resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim: Böylelere müracaat
edilmez, yirmi sene sükûtum haklı
imiş.
Ey Emirdağ
hükûmeti ve zabıtası! Bu hasbihali bir
sene evvel yazmıştım. Fakat vermedim,
sakladım.
Şimdi beş
cihetle kanunsuz, beni hususî ikametgâhımda bir hizmetçiden men' ve
müdahale etmeleri gibi dünyada emsalsiz bir tarzda beni istibdad-ı mutlak altına alıyorlar. Kanun namına kanunsuzluk
edenleri, insafa gelmek fikriyle izhar ediyorum.
Dâhiliye
Vekili ile hasbihalden bir parçadır
Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde
emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle kanunsuz bir gadre ve tazyike
hedef olmuşum.
Şöyle
ki:
Hem şiddetli sû'-i kasd eseri
olarak zehirlenmeden hasta; hem gayet zaîf, yetmişbir yaşında ihtiyar; hem
kimsesiz, acınacak
bir gurbette; hem palto ve fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden
fakir-ül hal; hem yirmibeş
sene münzevi olmasından,
binden ancak tam sadık
bir adam ile görüşebilen bir merdümgiriz,
mütevahhiş;
hem yirmi sene hayatını ve eserlerini üç
mahkeme ve Ankara ehl-i vukufu inceden inceye tedkikten sonra bil'ittifak
beraetine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir masum; hem eski
harb-i umumîde ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlâd-ı vatan; hem şimdi bu milleti, bu
vatanı,
anarşilikten
ve ecnebi ifsadlarından
kurtarmak için meydandaki tesirli âsârıyla bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyetperver;
ve mahkemede yetmiş şahidle
isbat edildiği
gibi, yirmibeş
senede bir gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene harb-i umumîye
bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten
bütün bütün alâkasını kestiğini isbat eden ve
dünyanıza
karışmadığını adliyeleriniz resmen
itiraf ettiği
bir zararsız
adam; hem âhiretine ve ihlasına
zarar gelmemek için şiddetle
teveccüh-ü ammeden kaçan ve kardeşlerinin
onun hakkındaki
hüsn-ü zanlarından
ve medihlerinden çekinen, beğenmeyen
bu bîçare Said'e; başta
Dâhiliye Vekili olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ zabıtasını musallat edip, her
gün bir ay haps-i münferid azabını çektirmek ve
tecrid-i mutlak içinde tek başıyla
bir haps-i münferidde durmağa
mecbur etmek, hangi maslahatınız iktiza
sh:
» (E: 206)
eder?
Hangi kanun bu dehşetli
gadre müsaade eder diye, hukuk-u umumiyeyi muhafaza eden adliyenin yüksek
dairesi vasıtasıyla dâhiliye vekiline
beyan ediyorum.
Zulmen
bütün hukuk-u medeniyeden ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen
Said
Nursî
*
* *
Bu yakınlarda Üstadımızın yanına ehemmiyetli iki
miralay (ikisi de jandarma kumandanlarından), bir de ehemmiyetli bir
meb'us (partinin müfettişlerinden)
Üstad'ın yanına geldiler. Uzun bir
sohbetten sonra, üçü de kemal-i teslimiyetle, Üstad'a dostluğa karar verdiler. Ve
birisi şimdiden
Risale-i Nur talebesi olmuş.
O meb'us (müfettiş-i
umumî), Eski Said'in dostu imiş.
Gittikten sonra haber aldık
ki; bu zâtın
vasıtasıyla eski dâhiliye
vekili ve şimdi
partinin kâtib-i umumîsi olan Hilmi Bey, bilhassa hususî olarak Üstad'ın ziyaretine gelecek
ve dostane bir surette görüşecek. Onun için Üstad da size gönderdiğimiz bu sureti aynen
onun eline vermek, o mevzuda konuşmak
için kaleme alınmış. Daha o gelmeden
bera-yı
malûmat size göndermeye
Üstad
bize izin verdi.
Hem Re'fet Bey'in mübarek mahdumu
Hüsnü'nün küçük risalesinin âhirine duasını yazdı, onu da leffen gönderiyoruz. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; hem
Nurcu, hem ciddî dost, hem mütedeyyin bir kaymakam, şimdi buraya kaymakam
olmuş.
Eskide size gönderilen
"Dâhiliye Vekili ile bir hasbihal" namındaki parçayı dahi gönderiyoruz. Onu da Üstad ona okuyacak.
*
* *
Kahraman Nazif'in ve Yakub Cemal'in,
şimal-i
garbîde üç devletin Kur'anı
kabul etmesi Zülfikar'ın
intişarına tevafuku; ve geçen
sene, Zülfikar çıkarsa,
dâhilen ve haricen büyük fütuhata vesile olacak hükmünü tasdik etmesi büyük bir
fâl-i hayırdır diye biz de o iki
kardeşimizin
kanaatına
iştirak
ediyoruz. Bu fırtınalı ve ilhadlı asırda, biri gizli
Alman, üçü aşikâr
devletlerin, beşerin
bu asırda
Kur'ana şiddet-i
ihtiyacını hissetmesi ve
bilfiil kabul etmesi büyük bir hâdise-i Kur'aniyedir. Değil üç devlet, belki
yalnız
on meşhur
adam, on feylesof dahi -birden- uzak memleketlerde Kur'anı tasdik etmesi,
bizlere ve âlem-i İslâm'a
büyük bir müjde
sh: » (E: 207)
ve avam-ı ehl-i imana büyük bir kuvve-i maneviye temin eder.
* * *
Risale-i
Nur'un Yirmidokuzuncu Mektub'unda Hücumat-ı Sitte
ve Zeyli ve İşarat-ı Seb'a ve Telvihat-ı Tis'a
gibi risalelerin rumuzat-ı Kur'aniye ve tevafukat-ı
Nuriyeye karışık bir surette bulunmasının hikmeti, mahkemeler ve ehl-i vukufun susturulmasına ve bizi onlarla mes'ul etmemesine bir vesile olmaktı. Güya o rumuzat, o derin ince mes'eleler, lisan-ı hal ile onlara demiş: "İnsaf ediniz, Kur'anın bu
derece esrarına çalışanlara ilişmeyiniz!" Şimdi ise o karışık vaziyeti hiç münasib değil. Çünki o rumuzat ve tevafukata, yirmiden ancak birisi
muhtaç olur, anlar. İçindeki öteki risalelere yirmiden ondokuzu muhtaç olup
anlayabilir.
Buradaki
Nur şakirdleri diyorlar ki: "Mu'cizeli Kur'anımıza üç sene Denizli'li kardeşlerimiz
baktılar; onlar müsaade etsinler, biz de üç ay bakacağız. Hem buradan İstanbul'a muhabere edip fotoğrafla Hizb-i Nuriye, Hizb-i Kur'aniye gibi tab'ına çalışacağız."
* * *
İstanbul'daki Amerika sefiri vasıtasıyla Amerika'daki müslüman heyetine Zülfikar'ı ve bir
Asâ-yı Musa'yı göndermesini isteyen o dostumuz ve kardeşimize deyiniz ki: Sefirlerin kafası
siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i
Nur, müşterileri aramaz; müşteriler
onu aramalı, yalvarmalı. Amerika, buranın en
küçük bir havadisini merakla takib ettiği halde;
buranın en büyük bir hâdisesi olan Risale-i Nur'u elbette
arayacaktır. Bundan sonra her mes'elemizde emir, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir
re'yim var.
Umum
kardeşlerimize binler selâm ve selâmetlerine dua eden ve dualarını isteyen kardeşiniz...
* * *
sh: » (E: 208)
Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyoruz ki; Medreset-üz Zehra'nın erkânları, hakikî bir tesanüd ve sarsılmaz bir ittihad kerametiyle, bütün müşkilata
ve manialara galebe edip Nur'un elmas Zülfikar'larını ve hârika mu'cizatlı
hüccetlerini muhtaçlara yetiştirmeğe muvaffak oluyorlar. Bu neticeye mukabil çektiğimiz zahmet bin derece ziyade olsa da ucuzdur, ehemmiyeti yoktur.
Kardeşimiz Re'fet'in mektubunda Münevvere, Nazmiye, Saim namında üç masumun üç ayda eliften başlayıp Kur'an-ı Hakîm'i hatmetmeğe
muvaffak olmalarından ve Kur'an dersiyle beraber Nur hakikatlarını ve hakaik-i imaniyeyi masumane, müştakane dinlemeleri için onları ve üstadlarını ve peder ve validelerini tebrik ediyoruz. Münevvere ve Nazmiye, Abdülbâki
ve Mehmed Celal'in Nur hizmetinde noksan kalan vazifelerini inşâallah tekmil edecekler.
* * *
Bizi ve
Risale-i Nur'u çok minnetdar eden kahraman Burhan'ın mektubunda yazılan hastaya Cenab-ı Hak şifa versin ve kardeşimiz Zekâi'nin vefat eden validesine çok rahmet eylesin,
âmîn.
Nur'un
erkânından ve hocalar kısmının yüzünü ak eden Nur'un santralı Sabri'nin mektubunda, merhum Hâfız Ali,
Hasan Feyzi ve onların halefi ve vazifelerini gören
Ahmed Fuad'ın, ihtiyar ve vazifesi bitmek üzere olan bu bîçare
üstadlarına bedel ömrünü feda etmek, onun yerinde çabuk berzaha gitmek gibi;
Sabri kardeşimiz de dördüncü olmak üzere ve ömrünü
kabilse bana vermek, nefis ve kalbini ikna' edip bana yazıyor. Ben, bu pek eski ve sarsılmaz ve Nurlar için hayatı çok
faideli kardeşime binler bârekâllah deyip, bana verdiği ömrünü kabul edip, -ona aynen Ahmed Fuad gibi- o bâki
kalan iki ömrümü, o iki kardeşime ve o
iki yeni Said'e emanet verip benim bedelime hizmet-i imaniyede ve Nuriyede
hizmet etsinler.
Ve onun
mektubunda, Barla medrese-i Nuriyenin baş kâtibi
Şamlı Hâfız Tevfik'in halka-i tedrisinde Sıddık Süleyman'ın mahdumu Yusuf ve merhum Mustafa Çavuş'un ve Ahmed'in oğulları gibi Kur'an dersiyle Kur'an yazısını ve Nurları öğrenmesi; ve Hulusi ve Hâfız Hakkı'nın Nurları şevk ile yazmaları,
Barla'ya karşı benim ümidimi kuvvetlendirdiler ve derince bir ferah ve
sürur verdiler. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin, âmîn. Ve Tevfik'e tevfik refik
eylesin, âmîn!
Sabri'nin
mektubu içinde, ben Barla'da iken bana çok hizmet
sh: » (E: 209)
eden ve çok defa hatırıma gelen Sıddık Süleyman'ın hemşirezadesi Hüseyin'in mektubu beni çok sevindirdi. Hem
onun hakkındaki merakımı izale eyledi. Mâşâallah,
tam Sıddık Süleyman'ın mahiyetinde eski alâkadarlığını muhafaza ediyor.
Hem
Sabri'nin mektubuyla beraber Eğirdir Cire Köyü
Risale-i Nur talebelerinden Şükrü, Süleyman, Osman Çavuş'un samimî ve ciddî alâkalarını Nurlara karşı gösteren mektublarına karşı, "Bârekâllah, Cenab-ı Hak
sizleri muvaffak etsin" deriz.
Kastamonu'nun
Hüsrev'i ve Rüşdü'sü olan Mehmed Feyzi ve Emin'in gönderdikleri benim Kastamonu'da kalan bir kısım risaleler emanetlerini aldım. Size gönderdiğim Asâ-yı Musa'nın lügatnamesini hasta olduğu halde
çok güzel ve âlimane yazan, lügatnamenin başında
güzel bir fıkra derceden ve bana da ayrı mektub
yazan Risale-i Nur'un serkâtibi Mehmed Feyzi'nin oraca çok müşkilât ve manialara rağmen, hârika sadakatını ve Nurlara faik alâkasını, sarsılmadan imana hizmetini birkaç cihette yapması gösteriyor ki; o küçük bir Hüsrev olduğu gibi, tam bir Hasan Feyzi'dir. Fakat ben orada iken, çok ehemmiyetli ve
enaniyetli bir sofî-meşreb eski memurlardan bir zât ve gayet mühim malûmatlı, dünya ile çok alâkadar ve siyasî tüccar bir hoca, bana karşı ilişmedikleri için; ben de onları daire-i Nur'a celbetmeğe çalışmadım, onlara da ilişmedim.
Şimdi Mehmed Feyzi ise, Kastamonu'yu onların
nüfuzundan kurtarıp Denizli gibi muvaffak olamıyor. Hilmi, Sadık ve Ahmed Kureyşî gibi
Nur'un kahramanları da köylerde bulunduğundan;
Feyzi'nin hizmeti bir derece hususî kalıyor. İnşâallah bir vakit tam muvaffak olurlar.
Kastamonu'nun
Zehra'ları, Hacer'leri, Lütfiye'leri, Ulviye'leri, Necmiye'leri başka bir sahada (hanımlar âleminde) Nur hizmetinde Feyzi'ye arkadaşlık ediyorlar.
Feyzi'nin
mektubunda Risale-i Nur şakirdlerinin teşebbüsüyle
resmî Kur'an mektebi açılıp, en evvel Nur'un masumları ve
hususan Emin'in mahdumları en evvel mektebe girip, en evvel onlar Kur'anı hatmederek kısmen hıfza başlamaları cihetinde, onları ve
pederlerini ve oradaki şakirdleri tebrik ediyoruz ve o masumlara binler
bârekâllah deriz.
İki defa Nur'un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra'nın
Medreset-üz Zehra'nın kâğıd masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev'ler, Feyzi'ler, Ahmed'ler bulunduğunu gösteriyor.
Kastamonu'da,
Hâfız İhsan'ın imzasıyla ve Nur kahramanlarından
Hilmi Bey ve Emin'in müşterek mektubunu aldım. Ben,
sh: » (E: 210)
bu iki eski ve kıymetli ve sarsılmaz ve metin o kardeşlerime
ve İhsan'lara ve oradaki Nur şakirdlerine
çok hasretler ve iştiyaklarla selâm ediyorum. Ve hapiste bizimle beraber ve
bize hapiste çok hizmet eden İhsan nerededir, merak ediyorum?
Safranbolu
havalisi, hakikaten Mustafa'lar ve Ahmed Fuad (R.H.) ve Hıfzı (R.H.) ve Rahmi gibi hârika sadakat ve alâkadarlıkla; Kastamonu'daki sekiz sene bizim Nur hizmetimizin akîm kalmadığını ve Safranbolu da parlak bir medrese-i Nuriye olacağını maddeten isbat ediyorlar. Bu defa Mustafa Osman'ın mektubunda iki saat yakınındaki Karabük fabrikalar şehrinde
bulunan yüzer genç ve işçilerde Nurlar fütuhat yapacağını bildirmekle, ehemmiyetli bir müjde telakki ediyoruz.
Nur'un
küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi'nin güzel mektublarında, onların köylerinde Ahmed Fuad'ın ciddî
gayretiyle ders vermesi ve Eflani Nahiyesinin, Barla Nahiyesi gibi bir
medrese-i Nuriye hükmüne girdiğini ve ora ahalisi iştiyakla
Nurları dinlemesi ve yeniden iki genç muallim daha eski yazı ile Nurlara girmesi ve çocukların
huruf-u Kur'aniyeyi öğrenmeye başlaması ile Risale-i Nurları da
yazmağa girmeleri, büyük bir fâl-i hayırdır. Cenab-ı Hak o masumları
muvaffak etsin ve onların üstadları ve peder ve validelerinden razı olsun. Onlar, duada masumlar dairesine girdiler. Başta Ahmed Fuad, Mustafa ve Rahmi olarak, Eflani Nahiyesini tebrik ediyoruz.
Nur'un
küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi'nin az bir zamanda, eski
harfle, Mustafa Sungur'un gayet mükemmel "Meyve"nin Onbirinci
Mes'elesi Hatimesi ile ve Rahmi'nin Gençlik Rehberi'ni eski harfle güzelce
yazmaları ve Kastamonu'dan gelen kitablarım içinde bize göndermeleri; hakikaten benim için yeni biraderzadelerim
bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi
beni memnun ediyor.
* * *
Edhem
Hoca namında Balıkesir'de muhacir ve Celaleddin-i Rumî'nin mensublarından, yirmi seneye yakın köy hocalığı ve çocuklara Kur'an okutmakla meşgul ve şimdi de tam Risale-i Nur'a Balıkesir ve Kırkağaç havalisinde hizmet eden ve uzun mektubuyla korkak
hocaları Nurlara davet eden ve cesaret veren ve "Balıkesir, Kırkağaç havalisi Nur şakirdleri
namına, Sandıklı
sh: » (E: 211)
Alamescid Köy imamı İbrahim Edhem" imzasıyla yazdığı mektubda, çok ehemmiyetli ve güzel fıkraları var ve korkak hocalara tokatları var. O
zâtı cidden tebrik ediyorum. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. Hem ona, hem mektubunda isimleri bulunan yeni ve çok
Nurculara selâm ediyorum. Onun uzun mektubunu, hastalığımdan, tashih ve ıslah ve ta'dil edemedim. Hakkımda pek ziyade senalarını ya kaldırmak, ya ta'dil etmek lâzımdır. Lâhika'ya girmek için suretini size gönderiyorum.
İnşâallah Hasan Feyzi, Ahmed Fuad, muallimleri Nurlara
sevkettikleri gibi; bu gayretli kardeşimiz de
hocaları Nurlara sevkedecek.
Ben
Denizli Oteli'nde iken bana mahdumuyla arasıra
ekmek, ateş cihetinde hizmet eden ve Tahir Çavuş'la bana mektub gönderen
ekmekçi Mustafa'ya da selâm ediyorum.
Umuma
binler selâm ve selâmetlerine dua ederiz.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Maddî
ve manevî bir sual münasebetiyle hatıra gelen
bir cevabdır.]
Deniliyor
ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat'î kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine
medar olan bir makamı ve kemalâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız
Risale-i Nur'a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?
Elcevab:
Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur'un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki; benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat'î hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddî ve manevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor. Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki
o düşmanlar divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle beni
çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü ammeyi kırmaya
çalıştıkları halde, Nurların
fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zaîf ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar. Bu hakikat için, hem bu zamanda
enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim
gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum.
Hem kardeşlerimin bu bîçare
kardeşlerine
verdiği
makam-ı uh
sh:
» (E: 212)
revî,
hakikî, dinî makam ise; Mektubat'ta İkinci Mektub'un âhirindeki
kaideye göre,
"Şahsıma
verdikleri manevî hediye olan kemalâtı, eğer hâşâ ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul
etmemek lâzım
geliyor." Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale
edebilir.
Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde
hakaik-i imaniyenin neşrindeki
vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki
mani' var:
Birisi: Faraza velayet olsa da;
bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki
ihlas ve mahviyete münafîdir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar
ve dava edemezler, onlara kıyas
edilmez.
İkinci mani': Pek çok
cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz'î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahib olsa, Nurlara
ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına
zarar gelir.
Fakat bir nokta var ki, mûcib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki
düşmanlarım, mezkûr hakikatları bilmedikleri için; şerefli, izzetli Eski
Said'i düşünüp
mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis
etmekle meşgul
oluyorlar. Bazı
mutaassıb
enaniyetli hocaları
da şahsımın aleyhine
çeviriyorlar, güya Nurları
söndürmeye
çalışıyorlar.
Halbuki Nurları
daha ziyade parlattırmaya
vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur'an güneşinin menbaından nurları alıyor.
*
* *
Alamescid Köyü Hocası İbrahim Edhem'in
hâlisane mektubuyla, ehemmiyetli ve Nur'un masum şakirdlerinin o mübarek hocanın dersinden tam hisse
alan ve Nur dairesine giren altı
küçücük masumların
kendi kendilerine düşünüp
hocalarına
söyleyerek,
altı
pusla kendi kalemleriyle yazarak, bu ihtiyar, hasta Said'e, o masum mübarekler,
ömürlerinden
herbiri bir kısmını vermesi, hakikaten
gayet medar-ı
hayret ve takdir bir hâdise-i Nuriyedir. Ben dahi o masumların o mübarek
hediyelerini kabul edip, yine o küçücük Said'lere hediye ederek, benim yerimde
çalışmak
için bağışlıyorum. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin. O
küçücük Said'ler ise, işaretlerinden:
İbrahim
dokuz yaşında,
Mustafa onbir yaşında,
Halil İbrahim
oniki yaşında,
Emin
sh:
» (E: 213)
Yılmaz ondört yaşında, Mehmed onbir yaşında, Abdullah oniki
yaşlarındadır.
Medrese-i Nuriye kahramanlarından ve o medresenin
üstad-ı
mübareki merhum Hacı
Hâfız'ın mahdumu ve vârisi
Hâfız
Mehmed'in, o medresenin umum şakirdleri
namına
yazdığı
mektubunda "Nur'la iştigalin,
ölümden
başka
her belaya, hastalıklara
bir ilâç olduğu
gibi; dehşetli
ölümü
de, Cennet'in kapısı gösterip, ehl-i imanı heyecanla şevke getiriyor."
diye fıkrası hakikat olduğuna pek çok hâdiseler
var. Masum mahdumu da hâfızlığa başlaması, inşâallah muvaffak
olacak; ceddinin ve pederinin mübarek hâfızlık ünvanlarını daimleştirecek.
Medrese-i Nuriyenin elmas kalemli
kahramanlarından
Mustafa Yıldız'ın, sureten kısa ve manen uzun ve kıymetli mektubunda,
medrese-i Nuriyenin kahramanlarına
havale edilen Sikke-i Gaybiye'nin yağlı kâğıda yazılmasını, üç-dört hüdhüdün manen alkışlaması gösteriyor ki, inşâallah Sikke-i
Gaybiye medrese-i Nuriyede parlak bir tarzda çıkacak ve güzel fütuhat
yapacak.
Kahraman Tahirî'nin gönderdiği kısa münacat, sıhhatlıdır. Fakat yalnız baştaki kısmın tercümesi var.
Şimdi tam tercüme etmeğe
halim müsaade etmiyor, aynen yazılsın. Bu kısacık münacat gösteriyor ki;
enaniyet-i nefsiye ve hissiyat-ı
hayatiye, Risale-i Nur'un te'lifi zamanında hükmetmemişler, Nurların ihlas ve safiyetini
bulandırmamışlar. Eski harb-i
umumîde daima şehid
olmağa
muntazır
olduğumdan,
İşarat-ül
İ'caz
Tefsiri tam, hâlis yazıldığı gibi; bu münacattaki
tam rabıta-i
mevtin kuvvetli tezahürü dahi, Nurların safi ve hâlis bir mahiyet
almasına
vesile olmuş.
İnşâallah hissiyat-ı nefsaniye karışmamış.
Nurların birinci medresesi olan ve
ben ruhen çok alâkadar olduğum
Barla'nın
ehemmiyetli genç şakirdlerinden,
aynen Denizli'den bana gelen Ahmed gibi, Mehmed gibi bir Ahmed ve Mehmed buraya
geldiler ki; o eski zamanda en ziyade alâkadar olduğum ve bana sekiz sene
sadakatla hizmet eden muhacir Hâfız
Ahmed, Mustafa Çavuş hesabına; merhum Mustafa Çavuş'un mahdumu Ahmed
merhum pederi hesabına;
ve berber Mehmed ise, kayınpederi
merhum Muhacir Hâfız
Ahmed bedeline ve Barla'daki Nur şakirdleri
namına
yanıma
geldiler. Hakikaten ben Barla'ya ve o zamana gitmiş kadar sevindim. Mâşâallah Barla, birinci
medrese-i Nuriye olduğunu
hissetmeğe
başlamış. Ciddî bir intibah,
bir alâkadarlık
gösteriliyor.
Hattâ eskiden Onuncu Söz'ü
tab'eden Hacı
Bekir, benim orada oturduğum
odayı,
herbir masrafını deruhde edip,
satmaktan men'etmiş.
Nur şakirdlerinin
bir misafirhanesi hükmünde muhafaza edilmesini Barla'ya haber
sh:
» (E: 214)
göndermiş.
Nur Santralı kardeşimiz Hoca Sabri'nin,
eskiden beri onun gibi Nurcu refikasının ve mübarek mahdumu
Nureddin'in (Yaşar)
küçük bir mektublarını aldım. Cenab-ı Hak, onlara sıhhat ve âfiyet ve
saadet ihsan eylesin, âmîn.
Garibdir ki; müstesna olarak her
tarafta yağmura
ihtiyaç var iken, bu Emirdağı'na
mahsus şiddetli
bir yağmur
ve emsali görülmemiş fındık kadar taneleri
büyük ve ekinlere çok faideli bir dolu geldi. Şimdi yanımda iki Nurcu kardeşler diyorlar ki:
"Hem mu'cizatlı
Kur'anın
gelmesi ve Afyon'dan bir nüsha Zülfikar'ın müsaderesi münasebetiyle
ehemmiyetli bir hücum beklenirken, takdir ile emniyet müdürü tarafından okunmuş; ve üçü, İsmail namında üç ehemmiyetli
memurun, aynı
vakitte Nurlara tam şakird
ve naşir
olmaları
bu yağmura
vesile oldu." Çünki,
şimdiye
kadar çok tecrübelerle Risale-i Nur'un serbest intişarıyla belaların ref'i ve ona ilişmek ve susturulmakla
belaların
gelmesi sabit olmuş.
Hattâ mahkemede isbat edilmiş.
Anlaşılıyor ki; bu bahar fırtınasında iki haricî, iki
dâhilî dört
cereyan, herbiri bir maksada göre
ve Nurcuların
şevkine
ve sa'ylerine ilişmek
ve yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek istemelerinden kuraklık başladı, inşâallah yakında ref' olur.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bütün tarih-i beşeriyede kat'iyen
misli görülmemiş ve Kavm-i Lut'un başına yağan semavî taşlardan daha müdhiş taşlar, dinsizlik hesabına milyonlarla ehl-i
imanı ve
masumları
edyan-ı
semaviye ve kavanin-i İlahiye
haricine dehşetli
vasıtalarla
sevkeden bir memleketi semavî taşlarla
tokatlamasının bir mukaddemesi
olarak, resmî gazetelerin kat'î haber verdikleri bir hâdise-i semaviyeyi,
âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi
bana haber verdi. Dedim: Yirmibeş
sene gazetelerin havadislerini merak etmedim. Fakat bu taşlar, Risale-i Nur'un
dinsizlere manevî tokatlarını temsil ettiği cihette ve beş-altı sene evvel ondan
haber verdiği
için o şakirde
dedim: "Git, yalnız
o hâdiseyi tamamıyla
oku, tahkik et." O tahkik etti, geldi. Diyor ki: Bu baharda Rusya'nın Viladivostok
Ormanlarına,
zemin yüzünde hiç emsali görülmeyen
büyüklükte semadan taşlar
düşmüş. Ve en büyüğü, yirmibeş metre uzun
sh:
»(E: 215)
luğunda ve on metre
boyundadır.
Düştüğünde etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük
çukurlar husule getirmiş.
Tedkik edilen parçalarında;
demir, çelik ve başka
maddeler karışık
olarak mizansız
bulunmaktadır.
İşte resmî gazetelerin kat'î
verdikleri bu haber, 1360 sene evvel Sure-i Fil'in mu'cizane تَرْمِيهِمْ
بِحِجَارَةٍ cümlesi ile, 1359 tarihinde dünyayı dine tercih eden ve
dinsizliği
esas tutan, bir nevi medeniyet hesabına beşeri yoldan çıkaranların başlarına, Ebabil kuşları gibi semavî
tayyarelerden bombalar başlarına inecek ve semavî
taşlar
yağdırmasına mukaddemesi olacak
diye haber veriyor. Ve فِى تَضْلِيلٍ aynen 1360 tarihini gösterip, dalaletin cezası olarak Kavm-i Lut'un
başına
gelen ahcar-ı
semaviyeyi andıran
semavî taşlar
o tarihlerden sonra geleceğini
haber verip tehdid ediyor. Ve Risale-i Nur'un Sure-i Fil nüktesine ait beyanatı içinde haşiyeli bu cümle var:
"Evet bu tokatlardan pür-şer
beşer,
şirkten
şükre
girmezse ve Kur'ana tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî ile tehdid
ediyor."
İşte bu fıkra doğrudan doğruya bu taşlara işareti olmasına iki emare var:
Birincisi: Şimdiye kadar gelen
semavî taşlar
bir-iki karış
oldukları
halde, böyle
yirmibeş
metre uzunluğunda
ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir.
Sure-i Fil mu'cizane ona bakması,
onun tefsiri ona işaret
etmesi hakikattır.
O hâdisenin o ihbara liyakatı var.
Çünki
emsalsizdir.
İkinci emaresi: Bütün zemin
yüzünü ve nev-i beşeri
tehdid eden dehşetli
bir dinsizliğin
merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki; küçücük
hâdiseleri ehemmiyetle neşrettikleri
halde, bir-iki aydır
bu acib dehşetli
hâdiseyi, ellerinden geldiği
kadar şaşaalandırmamağa çalışmışlar.
*
* *
sh:
» (E: 216)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ
بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim Tahirî, Sabri,
Salahaddin, Mehmed, Mustafa!
Evvelâ: Bu gelen şuhur-u selâsenin
hürmetine ve Nur şakirdlerinin
sadakat ve ihlaslarının hürmetine, çok
ehemmiyetli hakkımda
bir sebeb-i itab ve tokat bir hâdiseyi tamire çalışacağız ve gücenmeyiniz. Şöyle ki: Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir
tazib suretinde manevî bir şiddetli
ihtar ile denildi ki: "Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki
ihlas ve istiğnayı muhafazaya
mükelleftin ve bu asırda
يَسْتَحِبّوُنَ
اْلحَيَاةَ الدُّنْيَا sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve
bilerek elması şişeye tebdil etmek olan
hastalığa,
Nur vasıtasıyla çalışmağa vazifedardın. Yüz tecrübenizle
de anladın
ki, insanların
hediyeleri, ihsanları,
yardımları, sana dokunuyor.
Hattâ seni hasta ediyor; her gün eserini, tecrübesini görüyorsun. Senin en
ziyade itimad ettiğin
ve Risale-i Nur'un fedakâr kahramanlarının yüzlerini Risale-i
Nur'un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeğe sebebiyet verdin...
ilâ âhir.. diye daha manen çok söylenildi."
diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi
bir manevî tokattan dahi korkuyorum. Bu hâdisenin çare-i yegânesi; bu otomobili
alan sizler ilân edeceksiniz ki, "Bu kardeşimiz Said, bunu kabul edemedi,
manevî, dehşetli
bir zarar hissetti."
İkincisi: Otomobil şimdi Konya'lı Sabri'nin yanına gönderilmeli, oraya
gitsin. O razı
olmazsa Medreset-üz Zehra erkânlarına gitsin. Sabri merak
etmesin, her ay Nurlara onun hârika hizmeti, bir otomobil fiatından ziyadedir. Onun
için gücenmesin.
Sâniyen: Kat'iyen biliniz ki, bu dehşetli itabı gördüğümün sebebi;
istirahat için bir arzu nevinde ve bir temenni tarzında, bir otomobil ile
gezmeğe
gittiğim
vakitte, otomobilci dedi ki: "Küçücük otomobiller çıkmış, bin lira gibi bir
fiatla satılıyor." Ben de
temenni nevinden dedim ki: "Keşki, öyle bir emanet küçük
otomobil elimize geçseydi, sair yerlerdeki Nurcu kardeşlerimi ziyaret
etseydim" demiştim.
Buna hakikî ve ciddî bir karar vermemiştim. Bir arzu iken; buradaki
iki has kardeşimiz,
bu arzuyu ciddî bir karar zannedip bin lira değil, dört bin liraya kadar
fedakârane
sh:
» (E: 217)
çalışmışlar. Buraya
geldikleri vakit, yedi saat memnuniyetle telakki edip, o arzuyu bir dua-yı makbule zannettiğim halde, birden bu
gecede manevî itiraz ve itab gördüm.
O arzumun hatasını anladım. Hiç görmediğim bu tarz manevî
itabın
üç sebebi var, başka
vakit izah edilecek.
Bu otomobili alan beş kardeşimiz kat'iyen
bilsinler ki, değil
beşinin
bir otomobili sadaka ve ihsan ve hediye etmişler, belki onların hayırlı niyetleri cihetinde
Risale-i Nur dairesi hizmetinde herbiri tam bir otomobil fiatı kadar bir hediye
bilfiil yapmışlar
gibi manen kabul edildiğine
bana bir işaret
ve kanaat var. Madem kardeşlerim,
sizin hâlisane bu hizmetiniz hakkınızda böyle makbuliyet var.
Siz müteessir olmayınız. Beni de bu manevî
itabdan kurtarınız. Hem benim düstur-u
hayatıma,
hem Risale-in Nur'un sırr-ı ihlasına gelmek ihtimali
bulunan zararı
çabuk tamir ediniz. Hem o otomobil burada kalmasın, en büyük hisseyi veren zâtın yanına gitsin. Üç ehemmiyetli sebebi
izah ettiğim
vakit, bu telaşımın hakikatini anlarsınız. Zâten hem şuhur-u selâse, hem üç
ay mühim mecmuaların
çıkmasına kadar bütün dünya
saltanatı
verilse de bakmamağa
mecburum. Şayet otomobile verdiğiniz
para tam çıkmazsa,
o noksanını alâküllihal ben her şeyimi satıp tekmil etmeğe karar verdim.
Umumunuza selâm. Hakkınızı bana helâl ediniz.
Ben de sizi helâl ediyorum.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye
devamdadır.
Bu yeni taarruzları
inşâallah
akîm kalacak, hem Nur'un fütuhatına
yardım
edecek. Şimdilik telaşsız, kanun dairesinde
hakkımızdaki kanunsuz
muameleyi def'etmek için, bir kardeşimiz Ankara'ya gitsin. Eski
partinin müfettişi
Hilmi Uran ve Afyon Vilayetinin müfettişi meb'us Celal'i ve Diyanet
Riyaseti'nde Ahmed Hamdi ve ehl-i vukuftaki Yusuf Ziya gibi zâtları görsün, bize edilen
kanunsuz ve keyfî muameleyi değiştirmeğe çalışsın.
Hem müsadere edilen Zülfikar ve
Asâ-yı
Musa ve makine için mahkemeye ve zabıtaya deyiniz ki: "Bunların nüshalarının teksiri, hariç
içindir; harice gönderilecektir.
Madem şimalde
üç devlet Kur'anı
kabul edip mekteblerinde ders vermeğe başlamışlar; ve madem
Hindistan bu hükûmetten iki milyon liralık Kur'an-ı Kerim istedi; ve
madem Zülfikar ve Asâ-yı
sh:
» (E: 218)
Musa eczalarını iki sene üç
mahkemeniz ve feylesof âlimleriniz onları tedkik ettikten sonra
ittifakla beraetimize karar verip bu kitabları takdir ve tahsin etmişler; ve madem bu iki
kitab, Kur'anın
iki keskin kılıncı ve iki parlak hüccetleridir
ve en muannidleri de teslime mecbur ediyorlar; ve madem bu iki eser, dehşetli ve tahribci anarşistliği yetiştiren, şimalden gelen
dinsizlik cereyanına
karşı
tam mukabele edebilir bir kuvvette olduklarına binler ehl-i tahkik ve
ehl-i fen şehadet
ediyorlar; ve madem şimdiki
hükûmet Kur'an mekteblerini açıyor
ve mekteblere dinî dersler vermeğe
emretmiş;
elbette bize karşı
bu muamele, emsalsiz ve keyfî bir zulüm ve vatana ve millete ve asayişe ve hürriyet-i
vicdana bir cinayettir. Biz istemiyoruz ki, dünya siyaseti bize bulaşsın. Yoksa, haberiniz
olsun ki; biz hakkımızı tam müdafaa edebiliriz. Bizi mecbur etmeyiniz!
Umumunuza binler selâm...
Benim için münasib bir vakitte
cildlendirdiğiniz
Asâ-yı
Musa'dan gönderirsiniz.
Hüsrev'in vazifesini tam yaptıktan
sonra gelen bu maddî zararın
hiç ehemmiyeti yok. Zülfikar'lar tam intişar etti. Asâ-yı Musa da az zayiat
olmakla beraber inşâallah
manevî pek çok menfaati olacak. Yalnız Nurcular sebat ve
tesanüdlerini muhafaza edip telaş
etmesinler, şevkleri
kırılmasın.
Kardeşiniz
Said
Nursî
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Madem Isparta Nur dershanesi hükmüne
geçmiş ve
şimdiye
kadar her yerden ziyade oranın
hükûmeti ve zabıtası müsamahakâr belki
dost nazarıyla
Nurculara bakmış,
ziyade incitmemiş.
Biz dahi Isparta'nın
mübarekiyeti hesabına,
onların
bu hâdisede ilişmelerinden
gücenmiyoruz ve bir cihette onları
da tebrik ediyoruz ki; Nur'un eczalarını vazifece tedkik etmeğe ve okumağa ve istifade etmeğe muvaffak oluyorlar.
Zâten onların
hakkıdır. En evvel onlar okusunlar.
İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye
memurunun, on adam kadar millete ve vatana faidesi olabilir. Onun için maddî
zayiatımız, bu manevî faideye
nisbeten hiç ehemmiyeti yok. Münasib gelse, benim tarafımdan da emniyet
müdürü ve müddeiumumîye selâm edip deyiniz ki: "Ben onlara
sh:
» (E: 219)
beddua
değil,
bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver
ve Nurlardan müstefid yap."
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Gerçi şimdi ayrı ayrı kasabalarda kardeşlerimi görüp, Nur hizmetinde
bir cihette yardım
etmek için, beş
kardeşimizin
benim için minnetsiz olarak aldıkları otomobil, bir
cihette kırkbin
lira kadar faidesi ve lüzumu varken, kabul etmediğimden zâhirî bir zarar
zannedildi. Fakat neticesinde Nur şakirdlerinin ellerinde kat'î
bir hüccet oldu ki, dünya için ilme ve dine zaruret var diye zarar veren
mu'teriz hocaları
ve siyasîleri; Risale-i Nur'un yüksek hakikatı, dünyanın hiç bir menfaatına tenezzül edip âlet
olmadığını kat'î bir surette bu
hâdise ile bir hüccet olarak; onları ilzam etmesine kuvvetli bir
sened olan hârika kerametinden daha kuvvetli bir bürhan hükmüne geçti. Hattâ
çok evham eden ve Nur'dan kaçan ve Nur'un dünyanın hiçbir şeyine tenezzül etmediğine inanmayan bir kısmı, şimdi kemal-i
teslimiyetle Nurların
hakikatına
ve herşeyin
fevkinde olduğunu
teslime mecbur oluyor. Demek o zararı da, inayet-i Hak, hakkımızda ehemmiyetli bir
rahmete çevirdi.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Bütün ruh u canımızla geçmiş rahmetli ve
bereketli ve kerametli ve yağmurlu
Mi'rac-ı
Şerifinizi tebrik ve emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığınızı rahmet-i İlahiyeden niyaz
ediyoruz. Ve bu sene aynen geçen sene gibi, Mi'rac gecesinden evvel gecede, hiç
emsali görülmemiş bir tarzda yağmurun gelmesi ve
Mi'rac gecesi ve gündüzünde devam etmesi, kâinat ve anasır bu mübarek geceyi
alkışladığına bir alâmet olduğu gibi, Zülfikar ve
Asâ-yı
______________________
(Haşiye): Otomobil satıldıktan sonra yine onun
fiatından
üçbin lira Emirdağı'na
gönderilmişti ki, Risale-i
Nur'un hizmetinde sarfedilsin. Ben de telgraf havalesiyle, sahiblerine gönderdim. Bugün işittim ki, bu hâdiseyi
dost memurlar muarızlara
karşı
demişler:
Üçbin-beşbin liraya tenezzül
etmeyen bir adam, bu zamanda en ziyade itimad edilebilir bir adamdır ki, hiçbir şey onu alâkadar
etmiyor.
sh:
» (E: 220)
Musa'nın fütuhatlarına -hususan resmî
dairelerde- bir emaresi olduğuna
kanaatımız kat'îdir. Ve bu
mübarek gecenin yarısına kadar şiddetli ve çalışmağa bir derece mani'
bir rahatsızlık ve sancı birdenbire zâil
olmaları
bana kanaat verdi ki; bu mübarek gecede kardeşlerim sıhhat ve âfiyetim için
duaları,
hakkımda
makbuliyetinin eseri olduğuna
ve o gecenin bir mikdarında
ziyade hastalık
cihetiyle herbir saati on saat kadar sevablı bulunmasını bir nevi manevî
müjde aldım;
Allah'a şükrettim.
Erhamürrâhimîn'e hadsiz şükür
olsun dedim.
Sâniyen: Nur'un bir kumandanı kardeşimiz Re'fet Bey'in
Ankara seyahatıyla
Nurlara, az bir zamanda büyük bir hizmete muvaffak olduğuna şübhe yoktur. İnşâallah yakında eseri görünecek. Hususan
Diyanet Riyaseti'nin müntesibleri umumen Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmualarını takdir ve tahsin ile
karşılamaları ve tenkid değil, belki himaye ve
müdafaa edeceklerine söz
vermeleri, çok ehemmiyetli bir hâdisedir ve Zülfikar ve Asâ-yı Musa'ya parlak bir
ilânnamedir.
*
* *
Muhterem Üstadım, Efendim
Hazretleri!
Kardeşimiz Müteahhid İsmail Efendi, Hilmi
Bey'le hususî olarak her zaman görüşmekte olduğundan, bu hususta lâzım gelen izahatın verilmesini ona
havale ederek, biz doğruca
Diyanet Riyaseti'ne gittik. Orada evvelâ bizim Isparta'da iken tanıdığımız müderris Hasan
Hüsnü Bey vardı.
Kendisi Diyanet Riyaseti Heyet-i Müşavere azasındandır. Onunla hususî
olarak bir müddet görüştüm ve izahat verdim.
Bilâhare beraberce heyet-i müşavere
odasına
giderek Ankara ehl-i vukuf raporunda imzası bulunan müderris Yusuf
Ziya'yı gördüm. Baktım, Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmualarıyla, hakkımızda yazılmış olan evraklar önünde duruyordu. Yanında yer gösterdi, mufassalan
izahat verdim. Dedim: "Sizin raporunuz ve Denizli mahkemesinin kararı ve Mahkeme-i
Temyiz'in tasdiki varken, kitablarımıza vuku' bulan
taarruz ve bizlere verilen bu sıkıntı neden ileri geliyor?
Madem cumhuriyet idaresinde kanun herşeyin fevkindedir ve onun
hükmü câri olur, biz kanun huzurunda beraet etmişiz, bundan böyle bize ilişmemek gerektir. Bunun
men'i, sizin vereceğiniz
isabetli bir kararla mümkündür. Yoksa biz hakkımızı arayabiliriz."
dedim. Sonra ilâve etti: "Bu, oradaki adliye memurlarıyla
sh:
» (E: 221)
zabıtanın sizin mes'eleye
vukuf-u tammeleri olmadığından
ileri geliyor. Şimdi evrak önümdedir.
Sû'-i tevehhüme uğramış mütalaalarına birer birer cevab
vereceğim."
dedi ve eserleri takdir ettiğini
söyledi.
Ben de Üstadımızın selâmını söyledim, bilmukabele
selâm ve duanızı istediğini bildirdi.
Ondan sonra oradan ayrıldım, Diyanet Reisi'nin
yanına
girdim. Onunla da bir müddet görüştüm ve izahat verdim,
cevaben: "Ben Hoca Hazretlerini Dâr-ül Hikmet'ten tanırım, hürmetim vardır. Kendisine selâm ve
hürmetlerimi iblağ
ediniz." dedi. Ve bize "Lâzım gelen cevabı vereceğiz, inşâallah iyi
olur." dediler ve bil'umum Diyanet müntesibleri, eserleri takdir ile karşıladılar. Bu gibi yolsuz işlerin, ancak âsâr-ı diniye mütalaasında hüsn-ü niyet taşımayarak, kendi
kafalarına
göre
mana vermelerinden ileri geldiğini
anladım.
Ertesi gün Mehmed Efendi kardeşimiz,
Erzurum Meb'usu Vehbi Paşa'yı görmüş. O zât dahi
"Ben dâhiliye vekilini görüp,
bu hususta uzun uzadıya
görüşeceğim. Üstad Hazretlerine
hürmet ve selâmlarımı götürünüz." demiş. Bunun üzerine parti
erkânıyla
görüşmeyi İsmail Efendi'ye
havale ederek Ankara'dan ayrıldık.
Kusurlu,
âciz talebeniz
Re'fet
*
* *
Bu şaşaalı (Haşiye) baharın çiçeklerini temaşa etmek için araba
ile bir-iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün
çiçekli otlar, âdetin fevkinde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârane
tesbihat edip, lisan-ı
hal ile Sâni'-i Zülcelallerinin san'atını takdir edip alkışlıyorlar gibi
hakkalyakîn hissettiğimden;
hayat-ı
dünyeviyeye müştak
hissiyatım
ve gafil ve tahammülsüz nefsim bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve
hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve
berzaha gitmeğe
ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeğe iştiyak cihetinde karar
veren kalbime ve fânide bâki zevk arayan nefsime itiraz geldi.
_______________________________
(Haşiye): Bu senenin emsalsiz bir
rahmetli yağmuru
ve ordunun başından
şapkanın kısmen kalkması ve Kur'an
mekteblerinin resmen açılması ve Zülfikar, Asâ-yı Musa'nın iman kurtarmak için
tesirli bir surette intişar
etmesi, bunun gibi çok rahmetli neticeleri vermesine delildir.
Umum kardeşlerimize binler selâm
ve dua ediyoruz.
sh:
» (E: 222)
Birden hissiyata da, damarlara da sirayet eden
iman nuru o itiraza karşı
gösterdi
ki: Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve zînetlere maddî cihetinde
mazhar olmasından
hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor.. elbette bütün
bu zâhirî ve maddî zînetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve
hayatın
manevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının fa'al bir nev'i,
toprak perdesinin altında
ve arkasındadır. Elbette bu
himayetli annemiz olan toprak altına
girmek ve kucağına
sığınmak
ve o hakikî ve daimî ve manevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka lâyıktır.. diye o kör hissiyatın ve dünyaperest
nefsin itirazını tamamıyla izale ve
def'etti. "Elhamdülillahi alâ nur-il imani min külli vechin"
dünyaperest nefsime de dedirtti.
Said
Nursî
*
* *
Aziz masum evlâdlarım!
Kur'anı öğrenmek için ders almağa çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte
noksanlar olduğu
için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.
Hem Kur'anı okumanın faidesi, yalnız hâfız olmak ve dünyada
onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki herbir
harfi, hiç olmazsa on hayrından
tâ yüze, tâ binlere kadar Cennet meyvelerini, âhiret faidelerini vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini temin
etmek niyetiyle okumak lâzımdır.
Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri
için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta
derecesi, faidesi bir ise; ebedî hayatta Kur'an ve Kur'anın kudsî kelimelerini
ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece
daha kıymetlidir.
Onlar şişe hükmünde, bunlar
elmas hükmündedir.
Hem peder ve validenize hakikî ve
faideli evlâdlar olabilirsiniz. Siz madem masumsunuz, daha günahınız yok; böyle kudsî bir niyetle
okusanız,
sizleri Risale-i Nur'un masum şakirdleri
sh:
» (E: 223)
içinde kabul edip umum şakirdlerin dualarına hissedar olursunuz
ve nurlu ve mübarek talebeler olursunuz.
Hem üstadınızı, hem sizi, hem peder
ve validelerinizi, hem memleketinizi tebrik ediyorum.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Bütün ruh u canımızla, geçen Leyle-i
Beratınızı tebrik ediyoruz.
Sâniyen: Nur'un ehemmiyetli bir
kumandanı
ve naşiri
Re'fet Bey'in Nur hizmeti için İstanbul'a
gitmesi çok iyi, çok güzeldir. Zâten oraya, onun gibi bir Nurcu lâzımdır. Cenab-ı Hak muvaffak
eylesin, âmîn.
Sâlisen: Ben ikisini Câmi-ül Ezher
ülemasına,
ikisini Medine-i Münevvere'nin Ravza-i Mutahhara civarındaki âlimlerine,
ikisini de Şam-ı
Şerif heyet-i ülemasına
göndermek
üzere üç Asâ-yı
Musa, üç Zülfikar'ı
hazırladım. Başlarında, evvelce Câmi-ül
Ezher ülemasına
hitaben size gönderdiğimiz bir mektub
dercedilmiştir.
Mümkün olduğu
kadar çabuk göndereceğiz inşâallah.
Râbian: Ben, iki cihette manevî
hizmetlerinize ve dualarınıza ve benim yerimde
yapamadığım
manevî kazançlarınızın imdadıma gelmesine şiddetle ihtiyacım var:
Birinci sebeb: Bütün hayatımda şimdiki kuvvetsizlik
ve gittikçe ziyadeleşen
za'fiyeti hissetmemiştim.
Çok
sıkıntılarla daimî evradlarımı bazı da noksan olarak
yapabilirim. Halbuki bu eyyam ve leyali-i mübarekede yüz derece çalışmağa ihtiyacım var. Ve sizin şirket-i maneviyenize
hissem itibariyle yardım
etmek ve dualarınıza bin derece ziyade
âmînlerle iştirake
koşmak
lâzım
iken, bu iktidarsızlığım, o şirket-i maneviyeye
pek cüz'î yardım
edebilir. Bunun çaresi; vazife-i Nuriyede benim vazifem size verildiği gibi, o şirketteki vazifeyi de
sizlerin manevî yardımlarına dayanıp haddimden ve
istidadımdan
pek çok ziyade bu âciz kardeşinizdeki
hüsn-ü zannınıza muvafık çalışmayı rahmet-i İlahiyeden niyaz
ediyorum.
İhtiyacın ikinci sebebi: Hem
siz, hem bizden olmayan bir kısım zâtlar, Risale-i
Nur'un hakikatından
ve şakirdlerinin
şahs-ı
sh:
» (E: 224)
manevîsinden tezahür eden fevkalâde halleri ve
neticeleri bu bîçare kardeşinizden
zannedildiğinden,
o büyük neticelere karşı
çok büyük bir iktidar, bir tahammül lâzımken; pek cüz'î ve şahsî çalışmam, bu hastalık ve za'fiyetle
beraber, elbette beni şiddetle
manevî yardımınıza muhtaç ediyor. Ben
de bu manevî yardımlarınızı kendime koşturmak için, اَجِرْنَا
اِرْحَمْنَا gibi bütün mütekellim-i maalgayr tabir edilen kelimelerde
sizleri niyet ediyorum. Güya umumunuzla beraberiz gibi çalışıyorum. Ve âmîn dediğim vakitte, bütün
dualarınıza bir âmîn niyet
ediyorum. İnşâallah Erhamürrâhimîn
rahmetiyle o çok noksan ve cüz'î çalışmamı, büyük çalışmanıza mükemmel bir âmîn
hükmünde kabul eder.
Hâmisen: Sâbık hâdiseden
vaziyetiniz ne şekilde
olduğunu
çok merak ederdim. Cenab-ı
Hakk'a şükür
ki; mektubunuzda Kahraman Tahirî'nin İstanbul'a makine ve kâğıt almak için gitmesi
gösteriyor
ki, o hâdise sönüyor
ve Nurların
neşrine
mani' olmayacak, belki başka
yerlerde olduğu
gibi orada da galibane fütuhatı
var, inşâallah.
Ravza-i Mutahhara (Alâ Sahibihâ
efdal-üs salâti ve-s selâm) civarındaki
mübarek heyet-i ülemaya takdim edilen, Asâ-yı Musa ve Zülfikar
Risalesi'dir. Hem bir vesile-i şefaat,
hem kudsî yerde hayırlı dualarına mazhar olmak için
müellifin bedeline o mübarek yerleri ve elleri ziyaret etmek için gönderilmiştir.
Bu fıkra, yalnız Şam, Mısır ve Hind'e
gidenlerden Ravza-i Mutahhara yerinde Câmi-ül Ezher ve Şam ve Hind cemaat-ı İslâmiyesine yazılmış. Aynen hem dört Zülfikar, hem dört Asâ-yı Musa başlarında yazdık, ikişer nüsha olarak hem Mısır Câmi-ül Ezher, hem
Şam ülemasına,
hem Hindistan'da iki milyon liraya mukabil Kur'anları isteyen heyete gönderdik.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Asâ-yı Musa ve Zülfikar Mu'cizat-ı Ahmediye ve
Kur'aniye mecmualarından,
münasib gördüğünüz zaman Ravza-i
Mutahhara'nın
civarındaki
ülemaya göndermekle
bera
sh: » (E: 225)
ber, onlara yazınız ki: Nur risalelerinin Medreset-üz Zehra'sı, (Haşiye) Ravza-i Mutahhara'nın (Alâ Sahibihâ efdal-üs salâti ve-s selâm) civarındaki ülemanın şefkatine
çok muhtaç manevî bir mahdumudur, bir talebesidir, şiddetli düşmanların hücumuna maruz kalmış bir şakirdidir ve âlem-i İslâm'ı daima tenvir eden sizin o büyük medresenizin küçük bir dairesi ve şubesidir. Onun için, o âlîkadr üstad ve müşfik
peder ve hamiyetkâr mürşid-i azam olan zâtlar bu bîçare
evlâdına tam manevî yardım
etmesini onların ulüvv-i himmetinden bekliyoruz.
O pek büyük üstadlarımıza
takdim edilen iki kitab ise; bir talebe dersini ne derece anlamış diye, akşam üzeri üstadına ve babasına yazıp vermesi gibi, o iki dersimiz, o şefkatli
allâmelerin nazar-ı müsamahalarına arzedilmiş diye bir mektub yazınız ve selâm ve ihtiramlarımı ve ellerinden öptüğümü tebliğ ediniz. "Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmiiki senedir
inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan, halklarla görüşemez.
Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında
hiçbir kitab bulunmaz. Bütün
yazdıkları, yüzotuz parça risalelerin menba'ları,
me'hazleri yalnız Kur'andır" diyor. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem
hasta, hem gurbette, hem perişan bir halde bazan çok sür'atli
yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye, sizin gibi
allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz.
Nur şakirdlerinden
Tahirî, Hayri, Mustafa, Sadık, Osman, Hüsrev, Tahir
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Şimalin
İsveç, Norveç, Finlandiya Kur'anı mekteblerinde en büyük halaskâr bir kitab olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan Ramazan
sıyamını
tutmak niyetiyle Câmi-ül Ezher'e "Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i
tahfifi ve
_____________________________
(Haşiye): Medreset-üz Zehra'nın maddî tesisine çok maniler
bulunduğundan, şimdilik Nur şakirdlerinin heyet-i mecmuasının dairesinden ibarettir.
sh: » (E: 226)
te'hiri yok
mu?" diye sormuşlar. Demek Avrupa'nın yalnız o küçük hükûmetleri değil, belki siyaset manası verilmemek için kendini izhar
etmeyen eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla
beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve fâniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakikî teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur'aniyede bulmasıyla,
o küçüklerle manen beraber tahmin edilebilir.
* * *
Çok aziz ve sıddık,
kahraman Sabri!
Cenab-ı Hak, Galib Bey gibi çok fedakârları İslâm
ordusunda yetiştirsin. Bu zât garbda, aynı şarkta Hulusi Bey gibi imana hizmet ediyor. Tarîkat cihetiyle ehl-i imanı dalaletten çekmeye çalışıyor. Bu zât, eskiden beri
Risale-i Nur'u görmeden Nur mesleğinde hareket etmeye çalışmış,
sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleştiği zaman, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nur'un mesleği, hakikat ve Sünnet-i Seniye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan
çekinmek esastır; tarîkata ikinci, üçüncü
derecede bakar. Galib kardeşimiz Alevîler içinde Kadirî,
Şazelî, Rüfaî Tarîkatlarının bir
hülâsasını
Sünnet-i Seniye dairesinde Hülefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere'ye ilişmemek şartıyla
muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarîkat
dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid'alardan
muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç-dört faidesi var:
Birincisi:
Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfızîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt'i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da
etse, Râfızî de olsa; zendekaya, küfr-ü
mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt'in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar.
Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faidedir.
Hem
bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı
sh: » (E: 227)
siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek
büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali'dir (R.A.) ve Nur'un mesleğinde
hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakikî Alevîler kemal-i iştiyakla
o daireye girmeleri gerektir.
Bu
zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-ü sülûk-ü kalbî ile
tarîkat mesleğinde bu bid'alar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde
gidip tarîkatların faidesini temin eder diye o
kardeşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.
* * *
Safranbolu'daki
hâlis kardeşlerimizden Hıfzı'nın
küçük medrese-i Nuriyesi olan hanesindeki küçük ve çok çalışkan masumları yedi yaşında Yılmaz ve onüç yaşında Hüsnü'nün ve onlar gibi Nur'a çalışan
muhterem validelerinin mübarek kalemleriyle yazdıkları tebriklerini, umum Safranbolu ve Eflani medrese-i Nuriyesi namına bu Ramazan'ın bir Firdevsî teberrükü hesabına kabul ettik. Yılmaz'ın rü'yası aynen çıkmış.
Eflani'nin
hakikaten küçük kahramanlarından Mustafa Sungur'un güzel ve
samimî mektubunun bir kısmı
Lâhika'ya geçecek. Elhak Mustafa Osman'ın,
Mustafa Oruç ve Mustafa Sungur gibi iki namdaş ve
Nur hizmetinde pek ciddî arkadaş bulması, sadakatının ve
muvaffakıyetinin bir kerameti hükmündedir.
Hususan Safranbolu Hasan Feyzi'si olan Ahmed Fuad'ın vesair o mektublarında isimleri bulunanlara birer
birer selâm ve dua ediyoruz ve onların
fevkalâde gayretlerini tebrik ediyoruz. Umum kardeşlerimize binler selâm ediyoruz.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Siracünnur'un sıhhatli, mükemmel, güzel
________________________
(Haşiye):
Siracünnur'u tashih ederken, bu Ramazan'da ehemmiyetli virdlerime tam vakit
bulamadığımdan müteessir oldum. Birden
ihtar edildi ki: Okuduğun bu mebhaslar, bir cihetle
ibadet olduğu gibi; hem ayn-ı marifetullah ve zikrullah ve huzur-u kalbî ve muhabbet-i imaniye olmasından, senin noksan bıraktığın virdlerinin yerini tam doldurur. Ben de Elhamdülillah dedim.
sh: » (E: 228)
çıkması, Medreset-üz Zehra'nın gayet ehemmiyetli bir yeni
dersidir ki, geniş daire-i Nuriyede merakla
okunacaktır, inşâallah.
Sâniyen:
Kastamonu'nun Hüsrev'i Mehmed Feyzi'nin hiç sarsılmadan
kemal-i iştiyakla Nurlara çalışması ve çalıştırılması ve okutmasını gösteren Nihad'ın ve Abdurrahman İhsan'ın mektubları gösterdiği gibi, oradan gelenler de aynı
haberi veriyorlar. Tam şakirdliğini yapıyor, Allah muvaffak eylesin,
âmîn! Ve Nur'un kahramanlarından Mustafa Osman'ın Karabük'te perde altında faaliyetle Nur'a hizmetini ve
o havalideki ve Eflani'deki şakirdlerin şevk ve gayretini Leyle-i Kadir'leriyle beraber tebrik ediyoruz.
* * *
Eğer kolay ise, İstanbul'a gönderilen kitablar buraya da uğrasa
münasib olur. Benim için de yirmi-otuz nüsha İstanbul'da
cildlense, bana gönderilse iyi olur. Şimdilik fiatı elimde yoktur ki göndereyim; hem çoklara da hediye
vermeğe mecbur oluyorum.
Nurların erkânlarından bir-iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle
beraber o hâlis, sadık zâtlara hastalık noktasında müracaat etmeyip ve ilâçlarını da yemeyip, çok ağır hastalıklar içinde onlarla meşveret etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerim içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikatı izhara mecbur oldum. Belki size de faidesi var diye yazıyorum. Onlara dedim ki:
"Hem
gizli düşmanlarım, hem nefsim; şeytanın telkiniyle zaîf bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlas ile hizmetime zarar gelsin. En zaîf damar ve dehşetli mani', hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder; zarurettir,
mecburiyet var der, ruh ve kalbi susturur; doktoru müstebid bir hâkim gibi
yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise fedakârane, ihlasla hizmete
zarar verir.
Hem
gizli düşmanlarım da bu zaîf damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasılki korku ve tama' ve şan ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünki insanın en zaîf damarı olan korku cihetinde bir halt
edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.
sh: » (E: 229)
Sonra
insanın bir zaîf damarı,
derd-i maişet ve tama' cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zaîf damardan bir şey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk etti ki: Onlar mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda
hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade resmen
"Ne ile yaşıyor?" diye mahallî
hükûmetlerden sormuşlar.
Sonra
en zaîf bir damar-ı insanî olan şan ü şeref ve rütbe noktasında bana çok elîm bir tarzda o zaîf damarımı tutmak için emredilmiş ihanetler, tahkirlerle, damara
dokunduracak işkencelerle dahi hiç bir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat'iyen anladılar ki, onların perestiş ettiği dünya şan ü şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfüruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri
hubb-u câh ve şan ü şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki
onları bu cihette divane biliyoruz.
Sonra
bizim hizmetimiz itibariyle bizde zaîf damar sayılan,
fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmağa müştak olan manevî makam sahibi
olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi
galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlasa ve hiçbir şeye âlet olmamağa bina edilen hizmet-i imaniye
ile şahsî makam-ı
maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında
onları istememek ve düşünmemek
lâzımdır ki, hakikî ihlasın sırrı
bozulmasın. İşte
bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü
keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaîf damarlarımı
tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlub oldular."
Umum
kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadr'i
herbir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-ı Leyle-i Kadr'i şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
sh: » (E: 230)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Bu aşr-i âhir-i Ramazan'da her gece, hususan tek gecelerde
Leyle-i Kadr'in bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu
hadîs-i şerif ferman ediyor. Onun için
Nurcular, o nur-u azamdan istifadeye çalışmak
gerektir.
Sâniyen:
Hüsrev ve Tahirî gibi vazifelerini tam yapan ve bin Hüsrev ve beşyüz Tahirî meydanda bırakan iki kardeşimiz ve onların sisteminde bir Nurcuyu sulh
mahkemesine vermek... İnşâallah
neticesinde büyük bir inayet ve fütuhat olacak, hiç merak etmeyiniz. عَسَى
اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla bu hâdise, zulmedenlere
maddî-manevî cehennemi ve Nurculara dünyevî-uhrevî cenneti kazandırmağa bir sebebdir, inşâallah.
Sâlisen:
Bu mektub münasebetiyle dünkü gün yanıma
gelen mühim bir resmî memura böyle söyledim ki: Eski Said'in sergüzeşte-i
hayatından hârika üç vakıa, şimdi tahakkuk etmiş ki, ileride çıkacak Risale-i Nur'un kerameti imiş. Şöyle ki:
31
Mart Hâdisesi'nde Hareket Ordusu'nun Başkumandanı Mahmud Şevket Paşa bana karşı fazla hiddetli iken ve Divan-ı
Harb-i Örfî'de beni muhakeme ettikleri
gün, onbeş adam karşımda darağacında
asılı bir vaziyette Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa benden sordu: "Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar." Ben de: "Şeriatın bir mes'elesine bin ruhum olsa feda ederim." dediğim halde ve beni mahkûm etmeye pek çok esbab -muhbirlerin iftiralarıyla- varken, benim müstesna bir surette müttefikan beraetime karar
vermeleri;
Hem
eski harb-i umumînin nihayetinde İstanbul'da İngilizlerin başkumandanının eline benim İngiliz aleyhine şiddetli yazdığım Hutuvat-ı Sitte ve başpapazına tahkirkârane sözlerim eline geçtiği halde, beni mahvetmek yüzde yüz
ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi;
Hem
Ankara'da divan-ı riyasetinde pek çok meb'uslar
varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan
sh: » (E: 231)
edesin. Sen
geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin." Ben de onun hiddetine karşı dedim: "Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü
merduddur." Dehşetli bir pot kırdım. Hazır meb'us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o
mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip
geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında:
"Hücumat-ı Sitte"nin "Birinci
Desise" içinde bulunan "Meselâ: Ayasofya Câmii ehl-i fazl u kemalden
ilâ âhir..." cümlesinden başlayan, tâ "İkinci Desise"ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve
prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat'iyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların bu üç acib haletleri, âdeta Eski Said'den korkmaları, şübhesiz ki Risale-i Nur'un,
ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı manevîsinin hârika bir kuvveti
ve Risale-i Nur'un parlak bir kerametidir.
Râbian:
Kardeşimiz Yakub Cemal'in Denizli şakirdleri namına Ramazan ve Leyle-i Kadir
tebrikine karşı bin bârekâllah ve nefsine karşı mücadelesi veffakakellah ve İngiliz
Devleti'nin payitahtında hatibleri kürsülerinde
"Artık İngiltere'nin
İslâmiyet'i kabul etmesi lâzımdır" diyerek bağırdıklarını ve beşeriyetin bütün hakikî ihtiyacatını câmi' olan Furkan-ı Hakîm'in âyetlerini birer birer
okuyup tefsir ve beyan ettiklerini en son gazetede arkadaşların okuduklarını işitiyoruz
diye o kardeşimizin bu havadisine bin
elhamdülillah deriz. Evet o devletin hem dünyası, hem
saltanatı, hem saadeti onunla
kurtulabilir.
Mübarekler
pehlivanı ve Nur'un büyük Abdurrahman'ı büyük ruhlu Küçük Ali'nin Lemaat'taki muvaffakıyetine binler bârekâllah ve masum mahdumu Nur Mehmed'in hâfızlığına bin mâşâallah veffakakellah deriz. Fakat Lem'alar Mecmuası'nda Siracünnur'a ve Sikke-i Gaybiye ve Tılsımlar'a giren parçalar mükerrer olmamak için tensibinize havale ediyoruz.
Umumunuza binler selâm.
* * *
Hem
benim şahsım hakkında desin ki: Kat'iyen bizce tahakkuk etti ki; bu adam, altı-yedi ay şiddetli hasta olduğu halde, kendi cismine nazar etmemek ve ehemmiyet vermemek için gayet
sevdiği doktorlara kat'iyen ne müracaat etti ve ne de
ilâçlarını aldı. Hem dünyaya bakmamak ve hem de hizmet-i imaniyede
sh: » (E: 232)
ihlasına zarar gelmemek için on sene
zarfında -mahkemece isbat edilmiş ki- harb-i umumîye bakmamış, merak etmemiş. Yine siyasete ve dünyaya bir meyil uyanmamak için, yirmibeş sene bir gazeteyi dinlemedi ve okumamış,
bütün kardeşlerine ve talebelerine de karışmayınız
diye tavsiye etmiş. Hem maişetçe yalnız ve ihtiyar olduğu halde, evham yüzünden kendisine yapılan sıkıntılara
tahammül edip dünyaya bakmamış ve yirmi senedir istirahatı için hükûmete müracaat etmemiş,
zarurî bir hizmet olmadıkça kimseyi kabul etmiyor ve hiç
kimsenin yardım ve ihsanını kabul etmiyor. Ve diyor ki:
Ben
bu millet ve bu vatana en büyük, en elzem hizmet bildiğim imanlarına kuvvet vermek için Kur'an-ı Hakîm'in bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olarak bazı hakaik-i imaniyeyi derdlerime deva bulduğum
gibi, derhal kaleme aldım. İki
sene üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufunun tedkikinden sonra, bu millet ve
vatana hiçbir zararı olmadığına dair ittifaken beraet kararı
verildiği için, bu hizmet-i imaniye devam
etmek gayesiyle arkadaşına izin vermiş ki, bazıları
teksir edilsin. Hem biz bu adamdan işitiyoruz
ki: Bu memleket ve millet ve hükûmet, bu eserlere şiddetle muhtaçtır.
Hükûmetin
erkânlarından bekliyordum ki, bazıları bu eserlere sahib çıksın. Çünki
ben, ölmek üzereyim; hem elim bağlı, sahib olamıyorum. İnşâallah
Ahmed Hamdi gibi dindar, muktedir zâtlar benim bedelime sahib çıkacaklarına ümidle müteselli oluyorum. Bu
vatanın ve İslâmiyet câmiasına yapacağınız bu
kudsî vazifenizin mahkeme-i kübrada şefaatçi
olmasına dua eder, hem de bilhassa o iki zâta selâm ederim.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim,
Evvelâ:
Leyle-i Kadir'de kalbe gelen pek uzun ve geniş bir
hakikata pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Nev'-i
beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve bir düşmanın
yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlubların dehşetli me'yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli
telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat
olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki
yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî
bir surette
sh: » (E: 233)
dehşetli yaralanmasıyla ve ebedperest hissiyat-ı
bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde
uyanmasıyla, ve gaflet ve dalaletin, en
sert, sağır olan tabiatın, Kur'anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en
geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek
gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette hiçbir şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle
arayacak. Ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına
milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup
lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi
müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın şiddetli,
kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip
haber verip sarsılmaz kat'î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı
bâkiyeyi kat'iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını
kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet
başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin
Kur'anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı
arayan Amerika'nın çok ehemmiyetli dinî cem'iyeti
gibi rûy-i zeminin kıt'aları ve hükûmetleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan
sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat'iyen Kur'anın misli yoktur ve olamaz ve
hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini
tutamaz.
Sâniyen:
Madem Risale-i Nur o mu'cize-i kübranın
elinde bir elmas kılınç
hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ
hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i
Kur'aniyenin dellâllığını
yapan ve ondan başka me'haz ve mercii olmayan bir
mu'cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet
muannid zındıklara
tam galebe çalmış ve dalaletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa'daki Meyve'nin Altıncı Mes'elesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle
gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş; elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için
hususî dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen,
Nur şakirdleri mümkün
sh: » (E: 234)
olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine
bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes'elesini tam anlamaz. Hem iman
hakikatlarının izahı olduğu için; hem ilim, (Haşiye) hem marifet, hem
ibadettir. Eski medreselerde beş-on
seneye mukabil, inşâallah
Nur medreseleri beş-on
haftada aynı
neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükûmet ve millet ve
vatan, hem hayat-ı
dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur'an
lemaatlarına
ve dellâlı
bulunan Risale-i Nur'a değil
ilişmek,
tamamıyla
terviç ve neşrine
çalışmaları elzemdir ki; geçen
dehşetli
günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.
Sâlisen: Bu Ramazan-ı Şerif'te, Kur'anı zevk ve şevk ile okumak çok
ihtiyacım
vardı.
Halbuki elemli hastalık,
maddî ve manevî sıkıntılar, yorgunlukla ve
meşgalelerin
tesiriyle telaş
ettim. Birden Hüsrev'in şirin
kalemiyle yazılan
mu'cizatlı
cüzler ve Hâfız
Ali ve Tahirî'ye pek çok sevab kazandıran parlak ve kerametli
Hizb-ül Ekber-i Kur'aniye'yi birbiri arkasından okumağa başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o
yorgunlukları
hiçe indirdi, hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i
Kur'aniyeyi onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kasd u
azmettim ki, mümkün olduğu
derecede aynı
Hizb-ül Ekber-i Kur'aniye gibi fotoğrafla mu'cizatlı Kur'anımızı tab'edeceğiz, inşâallah.
Said
Nursî
*
* *
Bu defa Nurların galebesiyle ve
manevî fütuhatıyla
müsadere edilen kitablarınızı Ankara'nın emriyle size iade
etmeleri, büyük bir fâl-i hayırdır. Ve Risale-i Nur'un
tam serbestiyetine bir vesile olduğu cihetle, büyük bir fütuhat
ve maslahat-ı
Nuriye oldu. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Alil Ali Osman ve Çilingir Ali, Nur'un
pek çalışkan
kardeşlerimizin
tebriklerini ruh u canımızla hem bayramlarını,
__________________________
(Haşiye): Şayet biri biliyor,
taallüm etmeğe
muhtaç değilse
ibadete muhtaç veya marifete müştak
veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.
sh:
» (E: 235)
hem
Leyle-i Kadir'lerini, hem hârika ve kıymetli ve çok sevablı hizmet-i
Nuriyelerini tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetlerine ve mahfuziyetlerine
dua ediyoruz. Onlar, Nur dairesini ebede kadar bir cihette minnetdar ettiler,
Allah razı
olsun, âmîn! Ali Osman, mektubunda isimleri bulunan kardeş ve hemşirelerimize birer
birer selâm ve dua ediyoruz ve dualarını istiyoruz. Ve
mübarek bir kardeşimiz
olan Kâzım'ın ruhuna Cenab-ı Hak binler rahmet
eylesin ve kabrini pürnur etsin, âmîn!
Ali Osman'ın mübarek kaleminin
bir kerametidir ki; gönderdiği onbeş parça risalecikler,
aynı
vakitte Konya Medrese-i Nuriyesinin iki mühim şakirdi geldiler, aynı o risaleler bize lâzımdır dediler, onlara
verildi. Ali Osman'a daha geniş
bir sahada sevab kazandıracaklar.
Umuma birer birer selâm ve dua
ediyoruz.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Nur'un küçük kahramanlarından muallim Mustafa
Sungur; hem Eflani, hem Safranbolu, hem Kastamonu, hem İnebolu, hem Daday,
hem Araç kardeşlerimizin
namına
bayram tebriki için yanımıza geldi. Biz de onu
bir küçük Said olarak hem size, hem o kardeşlerimize maddî ve manevî
bayramlarını tebrik için gönderdik. Ve Emirdağı'nın Süleyman Rüşdü'sü olan Çalışkan Mehmed'i
Siracünnur'u almak ve harice giden kitabları anlamak niyetiyle İstanbul'a gönderdik.
Nurların muarızları, her cihetle mağlub olduktan sonra,
zâhiren bize hoş
görünmeyen
ve hakikaten Nurlara daha menfaatli bir plân takib ediyorlar. Güya Nurcuların tesanüdünü kırıp bilinmeyecek bir
tarzda bazı
mühim erkânlarını başka yerlere
gitmelerine sebebiyet veriyorlar. Halbuki onların gitmesiyle tesanüd kırılmadığı gibi, gideceği yerlerde lüzumları var. Ezcümle;
Muharrem'i Tavas'a; Mustafa Osman'ı Karabük'e; Re'fet'i İstanbul'a gibi.. bazı kardeşlerimizi dağıtmağa sebebiyet veriyorlar.
Bu kardeşlerimiz
de, onlara hissettirmeyerek, güya kendi ihtiyarlarıyla gidiyorlar.
Hakikat ise, hiç ihsas edilmeyecek bir tarzda, tesanüde zarar niyetiyle öyle zemin ihzar
ediliyor.
Hem bir plânları da, onların usûlünce hapse
müstehak
sh:
» (E: 236)
olduğumuz halde hapsimize tarafdar
çıkmıyorlar, aman hapse
girmesinler diyorlar. Sebebi: Birden Denizli hapsi bir Nur medresesi olmasıyla hem oradan başka hapishanelere
gidenler oraları
tenvire çalışmaları, gizli düşmanlarımızı bütün bütün şaşırttı, onun için hapisten
çıkmamıza onlar da taraftar
oldular. Hem adliyeler, Risale-i Nur'un hakkaniyetine karşı bir nevi
teslimiyetle istikbalde gelecek olan şiddetli itirazdan çekinmek
için çekindiler, keyfî kanunların
aleyhimizdeki hükümlerini nazara almadılar. Ve muannid bazı dinsizler, Nur'un
hakikatına
karşı
mağlub
olup inadı
terkettiler. Gizli düşmanlar
da, "Aman hapisten çıksınlar, yoksa
hapishaneler Nur medreseleri hükmüne geçecek." diye üç kısım da müttefikan
beraetimize taraftar çıktılar. Bu da inayet-i İlahiyenin Risale-i
Nur'a verdiği
bir keramettir ki; nasılki
bu asrın
en dehşetli
üç büyük kumandanlarını korkutup hârika bir
tarzda hem Mart hâdisesinde Hareket Ordusu'nun Başkumandanı, hem İstanbul'un eski
harb-i umumîdeki istilâsındaki
Hareket-i Milliye sırasında İstanbul'u istilâ eden
dehşetli
ecnebi kumandanı
korkutup bize taarruz edememesi ve hem Ankara'da divan-ı riyasetinde en dehşetli reisin hiddetini
tarziyeye çevirmesi gibi, üç adliyenin de dokunaklı, şiddetli müdafaata karşı binler bahane
tutabildikleri halde, hakperestane ve musalahakârane ittifakla beraet kararını vermeleri, elbette
Kur'anın
bir mu'cize-i manevîsi olan Risale-i Nur'un bir kerametidir diye kat'î bu gece
bir ihtar hissettim ve kaleme aldım.
Fakat gayet müşevveş ve tashih ve ıslah edilmeden size gönderildi.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Siracünnur'un biri tamam,
biri de bâkiyesini -iki parça- aldık. Yanlışları pek az. Hata-savabın küçük cetvelini
leffen gönderiyoruz.
Sâniyen: Madem Isparta manevî bir
Medreset-üz Zehra'dır
ve madem o mübarek dershanedeki hükûmeti şimdiye kadar mümkün olduğu kadar müsaadekârane
davranıyor
ve başta
emniyet müdürü olarak takdirkârane Risale-i Nur'a bakıyorlar; biz, oradaki
hükûmete karşı
dost nazarıyla
bakıyoruz;
ne yaparlarsa gücenmeyiniz ve gücenmeyeceğiz.
sh:
» (E: 237)
Hem şimdiye kadar onların bize karşı az tazyikleri
neticesinde ehemmiyetli hayırlar
olmuş.
Şimdi bir maslahat için bütün bütün serbest olarak her tarafa neşretmek, belki "Sırran Tenevverat"
sırrına münafî olduğundan, bir derece
ihtiyat tavsiyelerinde bir hayır
var.
Sâlisen: Daday'lı ehemmiyetli
muallimlerden ve kıymetli
Nur naşirlerinden
Hâfız
Hasan'ın
ve Nurcu iki mübarek mahdumlarının, Doktor Hakkı ve Hüsnü ve Araç'lı Tahir'in ve
Daday'daki Fuad gibi kıymetli
kardeşlerimizin
bayram tebriklerine mukabil, ruh u canımızla hem geçmiş bayramlarını, hem Nur hizmetinde
sebatkârane muvaffakıyetlerini
tebrik ediyoruz. Ve mektubunu Lâhika'ya geçmek için leffen gönderiyoruz.
Râbian: Nur kahramanlarından Re'fet kardeşimiz, kendi sisteminde
gayet ehemmiyetli Abdül'ehad namında
bir büyük hocayı,
Risale-i Nur'a tam bağlı bir kardeşi İstanbul'da bulmuş. Cenab-ı Hak ikisini de daima
muvaffak eylesin, âmîn!
Hâmisen: Bir mikdardır hiç görmediğim bir tarzda pek şiddetli bir alâka
ile, çoktan görmedikleri
peder, validelerine hararetli bir iştiyak ile ellerine sarılmaları gibi, iki yaşından on yaşına kadar masum
çocuklar, faytonla gezdiğim
vakit beni görünce,
aynen öyle
uzaktan koşup
benim ellerime sarıldıklarının ne hikmeti var diye
hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki: Bu küçücük masumlar taifesi, bir
hiss-i kablelvuku' ile ileride Risale-i Nur ile saadeti bulacaklarını ve tehlike-i
manevîden kurtulacaklarını, belki de içinde
çokları şakird
olacaklarını ve buranın maddî-manevî havasına imtizaç edemediğim için menfîlere
verilen serbestiyet münasebetiyle buradan gitmemekliğim için lâkayd olan
büyüklerin bedeline, "Bizler Nur dairesindeyiz, bizi bırakma, gitme"
gibi bir mana var, hissettim.
*
* *
Kardeşlerim!
Merak etmeyiniz ve Nur'un fevkalâde
perde altındaki
fütuhatına
kanaat ediniz. Şimdiye kadar hiçbir eserin böyle ağır şerait altında bu derece tesirli
intişarını tarih göstermiyor. Hem tam
serbestiyet verilmemesinin sebebi ve hikmeti: Nurların fevkalâde
kuvvetinden korkuyorlar. Belki sarsıntı verecek diye, tam
sh:
» (E: 238)
takdir ve kabul etmek ile beraber, şimdilik resmen intişarından telaş ettiklerini, Diyanet
Reisi büyük reisle görüşmesinden haber alınmış. Eski gibi hücum
yok, belki musalaha istiyorlar. Fakat Nurlar lehinde kuvvetli cereyanlar, inşâallah o telaşı iştiyakla resmen neşrine çevirecek. Hem
çok enaniyetliler, eserlerini terviç etmek için, Nurların meydana çıkmalarına kıskanmak damarıyla tarafdar
olmuyorlar. Merak etmeyiniz, Nur galebe edecek.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Medreset-üz Zehra'nın yirmi derslerini ve
hediyesini aldım.
Ona mukabil, Dâr-ül Hikmet'te vazife-i ilmiyede iken tayinatım olan, elime verilen
ve o zaman tab'ettiğim
risalelerin masrafından
fazla kalan ve onunla hacca gitmek niyet ettiğim ve yirmi-otuz seneye yakın bir zamanda benim
ihtiyat erzakım
bulunan doksan banknot ki, nazarımda
bin banknot kadar kıymeti
vardı,
Medreset-üz Zehra'nın
kudsî derslerine medar olmak için Nur'un ehemmiyetli bir naşiri ve Hâfız Ali'nin (R.H.) çalışkan bir vârisi Hâfız Mustafa (R.H.) ile
size gönderdim.
Bu yeni derslerin fiatı,
aynı
Siracünnur ve Sikke-i Gaybiye gibi benim hakkımda yedi buçuk lira olsun. Çünki ben, çoklara
hediye vermeğe
mecbur oluyorum. Bununla beraber, herbir ders ve nüshayı Medreset-üz Zehra'nın erkânlarından bin hediye
hükmünde kabul ediyorum.
sh:
» (E: 239)
Sâniyen: Risale-i Nur, hacılarla hariç âlem-i İslâm'a yayılıyor, kendi kendini
lâyık
ellere yetiştiriyor.
Ve Şam'a el yazısı ile gönderdiğimiz Asâ-yı Musa ve Zülfikar'ı, heyet-i ilmiye onbeş gün tedkik etmiş, tam takdir
etmelerine alâmet olarak demişler:
"Biz, bunu mecmualar halinde kısım kısım tab'edelim."
Hem bunu birden tab'etmeğe
çok para lâzım.
Hem bunu şimdi
birden arabîye tercüme etmek uzun zaman lâzım; imkân olmuyor. Onun için,
oradaki eski talebem ve yeni gönderdiğim şakird, kitabı onların elinden kurtarmağa çalışmışlar ki, para kazanmak
için tab'etmemişler.
O kardeşlerim,
kendi ellerinde müştaklara
okutturuyorlar. Halbuki ben, tab'etmek için iznim yoktu. Şimdi zamanı değil. Hem arabîye
çevirmek, Mısır ülemasının iştirakiyle ehemmiyetli
ve yüksek bir heyet-i ilmiye lâzım.
Her ne ise, acele edilmiş.
Sâlisen: Harice göndermek için İstanbul'a gönderdiğimiz bir kısım nüshalar daha gönderilmemesinin
sebebi, hacca gitmek için pek çoklar rağbet göstermediklerinden ve
"Hududa fazla dikkat ediliyor ve bir bahane ile çevriliyor" diye
elinde olan emanet bulunan, hacca gidecek olan zât, bize yazmış ki: "Bunu posta
ile doğrudan
doğruya
Mekke-i Mükerreme'de Mehmed Ali Mâlikî, Vaziye Mahalle-i Şamiye adresiyle gönderilsin" diye
münasib görmüş; onu, bahane ile
hududdan çevrilmemek için beraber götürmemiş. Çok da isabet olmuş. Çünki benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde
inkişafa
başlayan
İslâm
birlik fikri ve ittihad-ı İslâm
siyaseti, Risale-i Nur'u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmağa çalışacaktı ve bizleri siyaset-i
İslâmiyeye
bakmağa
mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur'un mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur'an
hakikatlarından
başka
hiçbir şeye
âlet, tâbi' olmadığı...
Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî
ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için
Risale-i Nur'u aramasının lüzumu... Halbuki gönderilecek o mübarek
merkezler, şimdilik
Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâm'ın hayat-ı diniyesine ait
cihetlerinden düşünmeğe mecbur olması...
Hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş, bir nevi şöhretperestlik merdud
olduğundan,
bu enaniyet zamanında
insanlara kendini satmağa
çalışmak
ve beğendirmek,
bir anda Nur şakirdleri
böyle
büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, Kader-i İlahî Nur şakirdlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade
etmiyor.
Râbian: Kahraman ve sadakatta hiç
sarsılmadan
ve kardeşiyle
masum olmalarıyla
ve az zamanda pek çok kıymetdar
hizmet eden Süleyman Rüşdü'nün
dünyada, âhirette Cenab-ı
Hak onu manevî ve maddî ticaretinde daima onu ihsanına mazhar eylesin,
âmîn!
Hâmisen: "Hüve Nüktesi"
pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş, fakat herkes ondan pek
kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi. Fakat o nüktenin
âhirlerinde "Her zerre, cezbedarane hal diliyle لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ {
قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ deyip gezer" cümlesine, "hal diliyle ve mezkûr
hakikatın
şehadeti
ve lisanıyla"
kelimeleri ilâve edilecek. Bu "Hüve Nüktesi" ile Yirmidokuzuncu
Mektub'un Beşinci
Kısmı olan اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ âyeti
münasebetiyle bir seyahat-i
sh:
» (E: 240)
hayaliye ve yine Yirmidokuzuncu Mektub'un
Birinci Kısmında yalnız "Nun-u Na'büdü"
kapısıyla cemaat sırrını gösteren seyahat-ı hayaliye dahi
beraber Sikke-i Gaybiye'nin âhirine veyahut münasib gördüğünüz yere konulsun. Eğer "İnayat" Sikke-i
Gaybiye'ye konulmamış
ise, onun da bir hülâsasını dercedilmesini size
havale ediyorum.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Mesmuatıma nazaran, Şemsi ve
isimlerini söylemeyi
münasib bulmadığımız müellifler,
Zülfikar'dan ve sair Risale-i Nur'dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum
ve memnun olurum. Onlar da Nur'un şakirdleridirler, bu surette
Nurları neşrederler. Yirmi
seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar, eserlerinde ve müellifler de Nur'un
mes'elelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar. Hattâ değil böyle dost zâtları, belki resmî
makamları
bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan
ve eserleri revaç bulmak niyetiyle Nurun neşrine mani' olanları dahi helâl ediyoruz.
Çünki
onların
men'leri başka
bir tarzda ve daha faideli intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar.
Ben hal-i hazıra
bakmadığım
için bilemiyorum. İstemeyerek
işittim
ki: Eser yazan ve Nur'dan çalan resmî büyük zâtlar diyorlar: "Risale-i
Nur'u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz."
Güya Nurlar onların
eserlerini setrettirecek. Halbuki Nurlar, o eserlerdeki hakikatları tasdik eder, onlara
kuvvet ve revaç verir. İnşâallah bir zaman
onlar resmen neşrine
mecbur olacaklar. Fakat İzmir'li
hâkimin dediği
gibi, "Risale-i Nur gizlenmiyor ve başka kitablara benzemiyor ve
temellük edilmiyor, nerede bulunursa bulunsun, ben Nur'dan gelmişim" der.
Hem Risale-i Nur'un sekiz senedir en
mühim parçaları İstanbul'a
gidiyordu ve kemal-i şevkle
müellifler okuyorlardı.
Esasen Risale-i Nur ise; ona şakird
olmak şartıyla, herkesin kendi
malı
gibidir.
Isparta'dan hacca giden ve benim
bedelime dahi manen haccetmeyi va'deden o mübarek kardeşlerimizi, has şakirdler dairesinde
bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeğe karar verdik.
Cenab-ı
Hak onları
iki cihanda mes'ud eylesin, âmîn!
sh:
» (E: 241)
Medreset-üz
Zehra'nın
bana gönderdiği bu defaki Asâ-yı Musa fiatından kalan altmış banknotu yakında göndereceğim.
Hem Nur Ticarethanesini tebrik
ediyorum. İnşâallah, yakın zamanda muhaberemiz
Nur Ticarethanesi sahibi vasıtasıyla olacak. Umuma
birer birer selâm.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: "Rehber"den yüz
tanesini naşirlerinden
elli banknota aldım
ve kendi Asâ-yı
Musa nüshalarımdan
sattığımdan
onlara verdim. Bana son gönderdiğiniz Asâ-yı Musa fiatından borcum kalan
altmış
banknotun yerine size gönderdim.
Yirmi-otuz tanesi Medreset-üz Zehra'nın dâhilinde ve mütebâkisi
Denizli, Milas, Burdur, Antalya, Aydın, İzmir gibi yerlere
tensib ettiğiniz
mikdarda gönderirsiniz.
Asıl
bunun ehemmiyetli hakikî fiatı,
alan adam hiç olmazsa on adama okutmaktır. Çünki nüshaları azdır.
Sâniyen: Mahkemedeki müdafaatınızı beğendim, güzeldir. Teşrin yirmiikiye
te'hiri de hayırlıdır. Zâten onların elindeki kısmı, resmî adamların bir cihette
hisseleridir, okusunlar. Okumasalar da yakınlarında dairelerinde
bulunması
ve onlar vazifeten onların
hakaikıyla
mücmelen meşgul
olması,
manevî ders alıyorlar.
Hiç merak etmeyiniz, Nurların
inkişafı ve fütuhatı gittikçe ziyadeleşiyor, resmî adamların çoklarını içine alıyor. Resmî memurlara
bir merak düşmüş, arıyorlar; buldukları vakit tokadını yedikleri halde
elini öpüyorlar.
Sâlisen: Küçük Isparta'nın kahramanlarından küçük İbrahim'le Sâlih'in
mektubları,
beni fevkalâde mesrur eyledi, bin bârekâllah. O iki kardeşimiz, o havalideki
ehemmiyetli kardeşlerimizi
ziyaret edip sıhhat
ve selâmetlerini yazdıkları gibi, Karadeniz
sahillerinde Ordu, Sinop, Gerze, Ayancık, Bartın, Zonguldak gibi
yerler Nurlarla münevver olduklarını ve İstanbul'un Üsküdar tarafından Nurcu vaiz
hocalar Nur'a çalıştıklarını ve Gerze'den mühim
bir ticaret ve gayet Nurlara müştak
ve Nurlara tam çalışmağa azmedenz bir yeni
kardeşimizin
güzel mektubunu aldık,
İbrahim'le
Sâlih'i ve o zâtı
çok selâmımızla beraber tebrik
ediyoruz, muvaffakıyetlerine
dua ediyoruz.
Râbian: Alamescid imamı fa'al kardeşimiz İbrahim Edhem'in
sh:
» (E: 242)
kendi sisteminde tam Nurcu olarak bulduğu vaiz Ali Şentürk'ün
ve vaiz Osman Nuri'nin samimî ve fedakârane ve Nur hizmetinde azimkârane
mektublarında
arzu ettikleri tarzda has şakirdler
dairesinde kabul olmuşlar.
Cenab-ı
Hak onları
muvaffak eylesin, âmîn! Ali Şentürk'ün mektubunda ismi bulunan müfti-i belde
Ali Rıza'ya
pek çok selâm edip Ali Rıza
namındaki
çok ehemmiyetli kardeşlerimizin
içinde Nur dairesine girdiğini
ve çoklara hüsn-ü misal olacağını tebliğ ediniz. Umuma binler
selâm.
*
* *
Mu'cizeli Kur'anımızdan Sure-i Rahman
tevafukat-ı
latifesi içinde bulunan cüz ile -güzel tevafuklu bir cüz ile- İstanbul'da matbaacı Aziz'e göstermek için göndermiştik; o da çok beğenmiş, söz vermiş ki: "Ne vakit
isterseniz, bunu da Hizb-i Kur'aniye ve Hizb-i Nuriye gibi fotoğrafla tab'edeceğim. Hindistan'a bir
milyon Kur'anı
göndermeğe söz verdiğimden, bu mu'cizatlı Kur'anı da içinde onlara göndermek güzel
olur." Cenab-ı Hak,
inşâallah
Nurcuları
muvaffak eder.
*
* *
Sikke-i Gaybiye'nin fiatı olarak elli Rehber'i
naşirlerinden
parasını verdim, aldım, size gönderiyorum. Hem o
mübarek mecmuanın
bir mübarek fiatı
olarak, bana hizmet eden ve şimdilik
pek lüzumu bulunmayan ve başkalarına da vermek istemediğim iki tencere ve
onbeş
sene giydiğim
pamuklu entari ve gayet mübarek bir kitaba mukabil, bir çaydanlık ve yirmidört seneden beri traşa hizmet eden bir
ustura ve çok zamandan beri bana hizmet eden bir çarşaf, hazır Kılınç Ali'nin pederiyle
Ahmed Rasih'in tahmin ve tensibiyle, dokuz lira tencere, dokuz lira da çaydanlık, dokuz lira traş bıçağı, pamuklu entari ve çarşaf ile iki el havlusu
ve bir iç donu ile bir pamuklu gömlek
fiatı
yekûnu 125 lira tahmin edilmiştir.
Hazır
olan zâtlar bu kıymeti
takdir ettiler; ben, daha az fiat verdim; bu fiat çoktur derim. Umuma selâm.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerimiz!
Evvelâ: Leyali-i aşerenizi tebrik ile
beraber, size Nur'un iki kerametini beyan ediyoruz. Şöyle ki: Bu sıralarda çok
cihetlerde, hususan makine ile Nurların inkişafatı, gizli düşman zındıkları şaşırttı.
sh:
» (E: 243)
Cüz'î, fakat elîm bir tarzda bir plân ile, çok
evhama ve iftiralara medar olabilir bir hâdiseyi, bir bîçare muhakemesiz bir
adamın
vasıtasıyla yaptırdılar ki, burada Nur'un
en mühim ve vazifesi en ehemmiyetli bir şakirdini, tam hanesinin yanında dört gülle ile, o
bîçare adam yaralanıyor.
Doktor "Yüzde yüz ölecektir"
diyor. O mecruhun tarafında
dava edecek, resmî, gayr-ı
resmî çok adamlar varken ve yüzde doksan o ehemmiyetli şakirde isnad etmek ve
o vesile ile hanesindeki bütün Nur Risalelerini ve mektublarını taharri bahanesiyle
elde etmek yüzde doksan ihtimali varken ve o vasıta ile beni ve Nurcuları alâkadar etmek ve o
masum şakirdi
de acib iftiralarla lekedar etmek, esbablar olduğu halde, فَاِنَّكَ
مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ sırrıyla yine inayet-i İlahiye imdada yetişti. O adam tam
yüzünden dört
gülle ile yakından
vurulduğu
halde ölmedi.
Ve hârika bir surette hiçbir şahid
bulunmadı.
Hiçbir emare bulunmadı.
O vurulan adam, ne mahkemeye, ne babasına, ne kardeşlerine, kim vurduğunu ısrar ettikleri halde
söylemedi,
yani söylettirilmedi.
Eğer
söylese
idi, habbeyi kubbe yapan münafıklar,
acib iftiralar edeceklerdi. Cenab-ı Hak, ihsan ve keremiyle
Nurları ve
Nurcuları himaye
edip, o hâdise ve o bombanın
patlaması
bize zarar vermedi. Kat'î kanaatımız gelmiş ki, bu bir keramet-i
Nuriyedir. Hem o adam Nurların
bir parçasını okuduğu cihetiyle, onun
kerametiyle hayatını kurtardığı gibi, ondan aldığı cüz'î bir ders-i
hakikat hissiyle, o elîm vaziyetinde ve inadçı tabiatında, yine Nurlara
zarar gelmemek için susturuldu. Ne mahkemeye, ne akrabasına söylettirilmedi. Fakat
benim yanıma
bir defa geldiği
ve istikamete söz
verdiği
halde yanlış
hareket ettiği
için tokat yedi. Hattâ ittihama maruz olabilir şakirdin de, kemal-i sadakat
ve ihlas içinde bazı
lâkaydlıkları yüzünden bir şefkat tokadı yediğini anladık.
*
* *
"Hüve
Nüktesi"nin âhirinde bu parça yazılacak
Gördüm ki; âlem-i misal,
nihayetsiz fotoğraflar
ve herbir fotoğraf,
hadsiz hâdisat-ı
dünyeviyeyi aynı
zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya
kadar büyük ve geniş
bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın
fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî
temaşagâhlarda
ve Cennet'te saadet-i
sh:
» (E: 244)
ebediye
ashablarına
dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek
büyük bir fotoğraf
makinesi olarak bildim. Hem Levh-i Mahfuz'un, hem âlem-i misalin iki hücceti ve
iki küçük nümunesi ve iki noktası
insanın
başında
olan kuvve-i hâfıza
ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i
intizamla içlerinde bir büyük kütübhane kadar malûmatın yazılması kat'î isbat eder ki,
o iki kuvvenin nümune-i ekber ve azamları, âlem-i misal ile Levh-i
Mahfuz'dur. Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin
suyu ve hava unsuru toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile
ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları ve tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid ve
hedefsiz esbabın
karışması yüz derece muhal ve
hiçbir cihetle mümkün olmadığı
ve Hakîm-i Zülcelal'in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile
kat'î bilindi. Mütebâkisi şimdilik
yazdırılmadı.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ
الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Kardeşiniz
Said
Nursî
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i
Kur'aniyede fa'al, sebatkâr arkadaşlarım!
Evvelâ: Bu sene hacc-ı ekber manasını taşıyan leyali-i aşerenizi ruh u canımızla tebrik ederiz.
Sâniyen: Hem dâhilde, hem hariçte
Nurun fütuhatı
devam ediyor. Fakat gizli düşmanlarımız olan ehl-i dalalet
ve sefahet, ehemmiyetsiz bazı
hâdiselerle Nur talebelerine telaş
vermeğe
ve habbeyi kubbe yapıp
sarsıntı veriyorlar.
Bugünlerde ekser kitablarım
ve üç senelik muhabere mektublarım
meydanda bulunan ehemmiyetli bir şakirdin
hanesine yakın,
gecede bir vukuat oldu. Ondan istifade ile o şakirdin hanesini taharri
etmek yüzde doksan ihtimal-i kavî varken, Cenab-ı Hak inayetiyle ve hıfz u himayetiyle o
haneyi taharriden kurtardı.
Eğer
sabahleyin safdil iki kardeşimizi
ciddî ikaz etmeseydim ve kitab ve mektubları oradan kaldırmasaydım, yine Nur dairesi
içinde büyükçe bir mes'ele olacaktı. O vukuatta bir nevi siyaset
korkusu da görünüyor.
Gerçi inayet-i İlahiye bizi muhafaza etti; fakat bu sırada ki, mecmualar çıkıyor ve intişar ediyor ve biz de
pek çok sükûnete ve ihtiyata mecbur olduğumuz halde böyle heyecanlı bir hâdise, habbeyi
kubbe yapan düşmanlarımız bize telaş ve sarsıntı verecekti. İnayet-
sh: » (E: 245)
i İlahiye, o plânı da
def'etti, bizi muhafaza etti. Fakat o hilaf-ı me'mul
birden bu hâdiseden ruhuma gelen heyecan ve manevî darbe ve Nur hizmetine
ehemmiyetli zarar gelmek düşünmesiyle, hiç ömrümde görmediğim bir sıkıntı ve asabımda manevî yaralar açıldı. İhtiyarsız teessürat beni çok eziyordu. Birden Cenab-ı Erhamürrâhimîn, kemal-i merhametinden o teessürat-ı manevî yaralarıma tam bir merhem olarak çok fedakâr Nuri Benli'yi ve
Kastamonu kahramanı Sadık Bey'i ve İnebolu kahramanlarından İsmail'i tam bir merhem ve ilâç olarak ikinci gün gönderdi. Hem onbeş seneden beri şehid
olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehid
talebelerim içinde ona dua ettiğim, hem İşarat-ül İ'caz'ı, hem Onuncu Söz'ü
tab'eden Molla Hamza hayatta, Irak'ta olduğunu ve
Nurları aradığını.. memlekete giden kardeşimiz
Emin'in mektubunda o müjde, tamamıyla yaramı tedavi etti. Cenab-ı Hakk'a
hadsiz şükür olsun dedim.
Umum
kardeşlerimize binler selâm ederiz.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Size hem acib, hem elîm, hem latif bir macera-yı hayatımı, düşmanlarımın hem şeni', hem bin ihtimalden bir tek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nur'a karşı istimal edilecek hiçbir silâhları kalmadığını beyan etmeğe bir münasebet geldi. Şöyle ki:
Tarih-i
hayatımı bilenlere malûmdur: Ellibeş sene
evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun
altı aded kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber
bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir
âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları
birbirinden farketti, tanıdı. Herkes ve ben de, bu hale hayret ederdik. Bana
sordular: "Neden bakmıyorsun?" Derdim: "İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor."
Hem kırk sene evvel İstanbul'da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden
tâ Kâğıthane'ye kadar Haliç'in iki tarafında binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbul'lu
karı
sh: » (E: 246)
ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum meb'us Molla Seyyid Taha ve meb'us
Hacı İlyas ile beraber kayığa
bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla
Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip
dediler: "Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın." Dedim: "Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akibeti elemler, teessüfler olmasından
istemiyorum."
Hem
bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benimle arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye ve Kur'aniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için, dünyanın maddî ve içtimaî ve siyasî bütün ezvakını ve merakını terkettiğimi ve idam gibi ehl-i garazın bütün tehdidlerine beş para ehemmiyet vermediğimi,
yirmi sene işkenceli esaretimdeki iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat'î göründü.
İşte yetmişbeş sene devam eden bu düstur-u hayatım varken, Risale-i Nur'un fevkalâde kıymetini
kırmak fikriyle şeytanların bile hatır u hayaline gelmeyen bir iftira, resmî makamını işgal eden bir adam yaptı. Ve
demiş: "Gecede tablalarla baklavalar, fahişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar." Halbuki benim kapım gecede dışarıdan ve içeriden kilitli, hem sabaha kadar bir bekçi o
bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu. Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki; ben işâ' namazından sonra, tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim. İşte böyle bir iftiraya bir sefih, ahmak insan eşek olsa, sonra şeytan olsa, buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti, buradan başka yere
cehennem olup gitti. Onun resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nurcuları lekedar etmek için kurduğu plânı ile, bu yeni hâdiseyi vesile edip şakirdlere
leke sürmek istenildi. Fakat hıfz u himayet ve inayet-i İlahiye,
o plânı da hârika bir tarzda akîm bıraktı. Bu beyanla ben nefsimi tebrie etmiyorum, belki
"kudsî hizmet-i imaniye, o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş ve o hizmetteki manevî zevk ona kâfi geliyor" demek
istiyorum ve Nurcuların ihtiyat ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.
Sâniyen:
Makine işinde tecrübeli ve muktedir hususî kâtibi size gönderiyorum. Kendim zahmetle yazdığımdan,
bundan sonra kısaca yazacağım, gücenmeyiniz.
Sâlisen:
Eflani taraflarında Hatib Mehmed'e, Tevfik'e selâm ediyorum, rü'yası mübarektir.
sh: » (E: 247)
Râbian:
Bu dakikada Kastamonu Hüsrev'i Mehmed Feyzi'nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini hâvi parlak, güzel mektubunu aldım ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeş'ler, Ulviye'ler, Zehra'lar, Lütfiye'ler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem Hulusi'nin, hem Feyzi'nin
mektublarını leffen gönderiyoruz.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Nur'un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur'un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane
olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beyt'in büyük bir mürşidi seni
zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar
ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette
onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de
bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezaddır, herhalde hallini istiyoruz.
Ben de
bu zâtın temsil ettiği çok
mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların
ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:
Birincisi:
Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i
Resul'ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk
kıyamet kopmazsa ve beşer bütün
bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem'iyeti ve seyyidler cemaati
yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi:
Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden
evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı
dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale
sh: » (E: 248)
vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir
cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir
proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet
ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu
kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan
ordular lâzımdır.
Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı
Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî
yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve
bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.
Şimdi
hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî
bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da
imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet
edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri
bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden,
ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye,
Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak
bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin
tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi
bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve
itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i
itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim.
Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye
keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:
Birincisi:
Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller,
fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.)
sh: » (E: 249)
ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi
sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu
asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan ü şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de
çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye
dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve
gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette
yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük
Mehdi ünvanını almamışlar.
Hem
mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin
bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor.
Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt'ten olacaktır. Gerçi
manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat
dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i
Beyt'ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur'un mesleğinde
hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu
etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk'a
hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur'daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum." dedim, o ehl-i vukuf
sustu.
* * *
sh: » (E: 250)
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve hacc-ül ekberde bulunan Nur şakirdleriyle
ve hacdaki Nur tarafdarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklaliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hind'de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye,
Cava'da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye
ve Arabistan'da dört-beş hükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arab birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddemesini tebrik ile, bu bayram bize müjde veriyor.
Sâniyen:
İstanbul'da, Re'fet Bey'in ve Mustafa Oruc'un yazdıklarına göre, çok zaman İslâm
ordusunu idare eden ve sonra dâr-ül fünuna inkılab eden
Harbiye Nezareti ve Bâb-ı Seraskerî, o muazzam binanın alnında اِنّا
فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُبِينًا { وَ يَنْصُرَكَ اللّهُ نَصْرًاعَزِيزًا
hatt-ı Kur'an ile o manidar Kur'an âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla
üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden hatt-ı
Kur'aniyeye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur'un takib ettiği maksadına bir vesile ve Üniversite
ileride bir Nur Medresesi olmasına bir işaret olduğu gibi, Denizli Nurcularından
Ahmed'lerin meşhur âlim ve akılca
ondokuzuncu asrın en büyüğü ve içtimaî feylesofların en
ilerisi Bismark'ın eserinden aldıkları bir fıkrada, o yüksek Bismark eserinde diyor ki: Kur'anı her cihetle tedkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez."
Ve Peygamber'e hitaben der:
"Ya
Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet
senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bâdema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i
hürmetle eğilirim."
Bismark
diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında tahrif ve nesholunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis
ettiği için, o cümleler yazılmamalı; ben de işaret ettim. O zât ondokuzuncu asrın en akıllı ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti
olması; hem âlem-i İslâm
istiklaliyetini bir derece elde etmesi ve
sh: » (E: 251)
ecnebi hükûmetlerin hakaik-i Kur'aniyeyi araması ve garb ve şimal-i garbîde Kur'an lehinde büyük bir cereyan bulunması; hem Amerika'nın en yüksek ve meşhur
feylesofu olan Mister Karlayl dahi aynen Bismark gibi demiş: "Başka kitablar, hiçbir cihette Kur'ana yetişemez. Hakikî söz odur, onu dinlemeliyiz." diye kat'î karar vermesi
(Haşiye) ve Nurların da her
tarafta fütuhatı ve ileri gitmesi, büyük bir fâl-i hayırdır ki, ecnebide çok Bismark'lar ve Mister Karlayl'lar çıkacaklar ve emareleri de var diye Nurculara bir bayram hediyesi olarak
takdim ediyoruz ve Bismark'ın fıkrasını leffen gönderiyoruz.
İnebolu kahramanlarından berber Ali Osman'ın masum
mahdumunun güzel yazısıyla gönderdiği mektuba baktım,
birden hatırıma geldi: Üç mühim Nur merkezinde üç berber tam birbirine benzer bir
tarzda Nur'a büyük hizmetleri, hem herbirisi çocuklarıyla Nur'a çalışmaları, beni mesrur eyledi. Berber Burhan, berber Hıfzı, berber Ali Osman; Nur'un birer kıymetli kahramanlarıdır. Allah onları çoluk
ve çocuklarıyla dünyada ve âhirette mes'ud etsin, âmîn!
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Medreset-üz Zehra'nın üç şakirdinin hafifçe bir ay hapis cezası ve pek haksız ve çok manasız ve soğuk hâkimin hiddetine maruz kalmalarına
mukabil, kat'î bir kanaat ile ve çok emarelerin kuvvetiyle müjde veriyoruz ki;
o şakirdler ve yardımcıları, o adamın küçücük verdiği ceza
ve manasız hiddetine bedel, ruhanîler, melaikeler ve istikbaldeki
nesl-i âtî milyonlar alkışlamalar ile öyle şakirdleri tebrik ediyorlar ve haps-i ebedînin milyonlar sene cezalardan
kurtulmağa vesile oldukları için, böyle sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bu gibi taciz ve tazibleri hiçe
indirir, belki iftiharla sevindirir.
Evet bir
asır evvel dünyanın en akıllı ve en müdakkiki ve feylesofu ve saltanatlı hâkimi telakki edilen ve kendi Hristiyan iken bütün eski dinleri ve
kitabları hiçe indiren, belki inkâr etmek
_______________________
(Haşiye): Risale-i Nur'dan Arabî İşarat-ül İ'caz tefsiri otuz sene evvel, onun bu kıymetli hakperestane hükmüne işaret etmiş.
sh: » (E: 252)
cür'etini gösteren, gayet enaniyetli ve şöhretli olan Prens Bismark'ın Kur'an-ı
Hakîm'in önünde kendi imzasıyla ve
bütün kuvvetiyle tasdikkârane secde etmesini yazan ve inad ve enaniyetini ve
dinsizliğini bırakıp Kur'ana teslim olduğunu âleme
ilân ettiğini ceridelerde neşredildiği bir hengâmda ve bütün edyan-ı
semaviyeyi inkâr eden ve şark-ı şimalîdeki şimdiki dehşetli hükûmetin teşviki ile
kesretle içindeki müslümanları hacca gönderip, âlem-i İslâm
nazarında dinsizliğini ve
inad ve adavetini bırakmak tarzında güya Kur'anı inkâr
edemiyor ve azametine karşı bir nevi teslimiyet ve dehalet tarzında buradakilerden daha ziyade Kur'anı
ehemmiyetli biliyorum diye, bu noktada onlar benden daha geri düşüyorlar ki, benim kadar hacı gönderemiyor demesine mukabil, buradakiler dahi mâşâallah tam müsaade ettikleri halde ve böyle
siyasî propaganda edildiği bir zamanda, Medreset-üz Zehra'nın Nur şakirdleri, o mahiyet ve azametteki Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hakikatlarını Zülfikar ve Asâ-yı Musa gibi hârika risalelerle mu'cizelerini kalemleriyle
neşredip en muannid dinsizleri tasdike mecbur etmelerine
mukabil, ehl-i dalaletin hücumu; elbette değil yalnız ehl-i hakikat insanları, belki ruhanîleri, belki melekleri de ağlatır ve arzı ve semayı hiddete getirebilir.
Madem
iki sene tedkikten sonra Âyet-ül Kübra eski harflerle tab'edilen bin nüsha ve
Nur'un bütün risaleleri ittifaken beraet ile beraber umumu iade edilmiş. Aynen iade edilen bazı risalelerin eski huruf ile teksirini bir suç sayıp ceza vermek, adliyeleri cidden alâkadar edip adalet şerefini kırıyor.
Sâniyen:
Benim hususî kâtibim şimdi yok, başka
kâtibler de benim dilimi iyi anlamıyorlar;
ben de hem rahatsız ve hem de geç ve güç yazabiliyorum. Halbuki dünden beri
yirmiye yakın mektublar geldi. İçinde de
pek çok kardeşlerimiz ve hemşirelerimizin
isimleri var. Biz onların umumunun hem bayramlarını tebrik ediyoruz, hem yeni şakird olmak isteyenleri ruh u canımızla kabul ediyoruz. Ve onları öyle sevkeden zâtlara da Allah razı olsun
ve kalblerindeki muradları ne ise Cenab-ı Hak
onları muvaffak eylesin deriz.
Sâlisen: Nur santralı Sabri'nin (R.H.)
Lâhika'ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali'nin Nurların neşrindeki kudsî
hizmetleri ve İbrahim
Edhem'in Balıkesir
vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine
girmesi ve Ahmed Fuad'ın
da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve Konya'lı Sabri'nin genç
mekteblilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi
ve Konya ülemasının Nurlara karşı
sh:
» (E: 253)
hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane
münasebetleri ve muallim Abdurrahman İhsan'ın hasbihal
mektubundaki samimî ve ciddî Nur'a alâkadarlığı ve Tavşanlı Vaizi Osman'ın mektubunda pek
samimî ve ciddî iki-üç zâtın
Nur şakirdliğine kemal-i
ciddiyetle girmeleri ve Eğirdir
köylerinde
Ali Osman'ın
ve Halil İbrahim'in
tasdikiyle çok hâlis Nurcuların
yetişmesi
ve Ankara dârülfünununda Nur'a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu'da mekteb
gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara'daki Abdurrahman'ın oğlu Vahdet'i himaye ve
muhafazaya çalışan
Araç'lı
Abdullah'ın
mektubunda tam imanlı
ve dindarane ve müjdekârane yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki
risalenin kâfi olmadığına
ve Konya'lı
arkadaşı
Mehmed ile beraber gençler içerisinde Nur neşretmeleri ve Aydın tarafında inşâallah bir Ahmed
Feyzi hükmünde Nurlarla gayet alâkadar Ali Akdağ'ın güzel ve samimî
mektubundaki duaları
ve tavsifleri ve Nur'un tesirlerini hissetmesi gibi fıkraların mealleri, bizi ve
Nur dairesini tamamıyla
mesrur ettiği
gibi, bu bayramda da büyük bir manevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenab-ı Hak onların umumundan razı olsun. Hususî ve ayrı ayrı mektub yazamadığımdan gücenmesinler.
Hüsrev'in lâyiha-i Temyiz'e ait mektubunu
hiç ilişmeden
kabul ettiğim
için, sizdeki aynı
suretini Mahkeme-i Temyiz'e gönderebilirsiniz.
Madem sizde bir sureti vardır,
bu mektubu göndermeden
Lâhika'ya da geçsin. Şimdi gelen mektubda Gençlik Rehberi'nin fiatını siz benden daha iyi
bilirsiniz. Bir veya bir buçuk banknottan aşağı olmasın. Hüsrev'in kalemi Dördüncü Söz'e başlamasına bin bârekâllah
deriz. Allah muvaffak eylesin, âmîn!
Safranbolu kahramanı berber Hıfzı; Hüsnü, Yılmaz iki masum Nurcu
mahdumlarıyla
ve İnebolu
kahramanlarından
Ali Osman ve iki Nurcu mahdumlarının bayram tebriklerine
mukabil selâm, hem muvaffakıyetlerine
dua ederiz.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşim Re'fet Bey!
Evvelâ: Bazı bize temas eden
cüz'î hâdiseler münasebetiyle bir hakikatı beyan etmek şiddetle ruhuma ihtar
edildi. Şöyle
ki:
Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlahiyeden
sh:
» (E: 254)
başka hiçbir maksada
vesile olamadığını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman
hakikatlarını ders vermek ve
bîçare zaîflerin ve şübheye
düşenlerin
imanlarını kurtarmak olduğunu elbette sizin
gibi Nurun has şakirdleri
biliyorlar.
Sâniyen: Risale-i Nur'un bu kadar
muarızlarına mukabil en büyük
kuvveti ihlas olduğundan
ve dünyanın
hiçbir şeyine
âlet olmadığı
gibi, tarafgirlik hissiyatına
bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar
olmaz. Çünki
tarafgirlik damarı
ihlası kırar, hakikatı değiştirir. Hattâ benim
otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebeb, bir mübarek âlimin
takib ettiği
cereyanın
tarafgirlik damarı
ile sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik
derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir
münafığı
gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine
siyasetçilik de karışsa,
böyle
acib hatalara sebebiyet veriyor diye "Eûzü billahi mineşşeytani
vessiyase" dedim. O zamandan beri siyaseti terkettim.
O halim neticesi olarak, sizin gibi
kardeşlerim
bilirsiniz ki, yirmibeş
seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim; ve on
sene harb-i umumîye bakmadım,
bilmedim ve merak etmedim; ve yirmiiki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirliğe ve siyasete temas
etmemek için ve Nurlardaki ihlasa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka istirahatım için hiç müracaat
etmediğimi
bilirsiniz. Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdığım gibi, benim idamıma hükmeden adamlar,
beni işkenceli
tazib edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şahid olunuz ki, ben
onları
helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlasa zarar gelmemek
için, bu iki-üç senede dâhilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç
temas etmedik ve kardeşlerimi
de bir derece ikaz ettim.
Sâlisen: Bilirsiniz ki, kendim
sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile
olamadığımdan,
kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp o para ile kendi
kitablarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Tâ Risale-i
Nur'un ihlasına
dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin.
Râbian: Nur'un hakikî şakirdlerine Nur
kâfidir. Onlar da kanaat etmeli, başka şereflere veya maddî,
manevî menfaatlere gözünü
dikmesin. Hem münakaşa,
münazaa ve mesail-i diniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek
lâzımdır ki, Nur aleyhinde
garazkârlar çıkmasın. Hattâ bir hiss-i
kablelvuku' ile
sh:
» (E: 255)
Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i
Nur'un mesleğine
muhalif olarak birisiyle mübahasesi aynı zamanda, belki aynı dakikada ona gayet
hiddet ve şiddetle
bir gücenmek kalbime geldi. Hattâ o Nur'dan kazandığı çok ehemmiyetli
makamından
atmak arzusu oldu, kalben müteessir oldum. Bu benim için bir Abdurrahman idi,
neden böyle
şiddetli
hiddet ettim. Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenab-ı Hakk'a şükür ki, çok
ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatasını da anladı ve benim burada
hiddetimin aynı
dakikada hatasını itiraf etti. İnşâallah o keffaret
oldu, tam temiz olarak kurtuldu.
Hâmisen: Dört-beş aydan beri bir zât,
bana buraya bir gazete gönderiyormuş; ben yeniden haber
aldım
ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri
içindir ki, değil
gazete, Nur'dan başka
hiçbir kitabı,
hiçbir mecmuayı
kabul etmediğim
gibi, yeni yazıdan
hiçbir harf bilmediğim
için korkmuşlar,
bana haber vermemişler
ve göstermemişler. Şimdi bir zât,
bir mektub içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat
dost ve hemşehri
bir zâtın
mektubunu gösterdi.
Dediler ki: "Çoktan
beri senin namına
bir gazete gönderiyordu,
biz korktuk sana göstermedik."
Ben de dedim: "O zâta benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said
değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş. Hem hasta, hem hususî mektubu kardeşime de
yazamadığımdan o zât gücenmesin."
Oradaki
umum dostlara, hususan Hâfız Emin ve Hâfız
Fahreddin gibi kardeşlerimize selâm ve bayramlarını tekrar tebrik ediyoruz.
* * *
Risale-i
Nur'un avukatı ve Aydın havalisinin Hasan Feyzi'si ve o civarın bir Hüsrev'i kardeşimiz Ahmed Feyzi, üç seneden beri Sikke-i Tasdik-i
Gaybî'nin Risale-i Nur'a verdiği yüzer işaret ile tasdiklerini, tam bir kat'î bürhan olarak hem
hadîslerden, hem âyetlerden mana ve cifir muvafakatlarıyla Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini pek kuvvetli bir surette isbat ediyor.
Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin bir mümessili olan Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine bazı işaret-i hadîsiyeyi, Nur'un tercümanına veriyor.
Hakikat ise; tercüman, bir derece te'lif itibariyle, o şahs-ı manevînin bir nevi mümessili olmak itibariyledir. Yoksa
haddim ve hakkım
sh: » (E: 256)
değildir ki, ben o kudsî işarete
medar olayım. Her ne ise, ben daha fazla tedkik edemedim. Onun üç buçuk
senede ve onun gibi fevkalâde zeki bir kardeşimizin
ince tedkikatını vaktim ve hastalığım
müsaade etse, tedkik ve ta'dilden sonra size gönderip,
ya Tılsımlar Mecmuası'nın zeyli veya Lem'alar mecmuasına Risale-i Nur'un hakkaniyetine bir hüccet olarak yazarsınız. O kardeşimizin Nur avukatı Ahmed
Feyzi'nin incir teberrüküne mukabil, benim namıma bir
Sikke-i Gaybiye mecmuasını ona gönderiniz ki, incirleri bana dokunmasın. Çünki bu âhirde kat'iyen mukabelesiz hediyeler beni
hastalandırdığı, çok tecrübelerle pek kat'îleşti.
Hem o
kardeşimizin iki mübarek haremi ve muhterem validesinin ve Said
ve Nuri namındaki evlâdlarının bana yazdıkları samimî mektublarına
mukabil hem onlara, hem evlâdlarına çok dua ediyorum. Öyle bir
kahraman Nurcunun öyle hakikatlı, muhterem
dindar refikasının Nurlara fedai ve hâdim olarak verdikleri masum evlâdlarını ruh u canımızla Nur'un masumlar dairesinde kabul ediyoruz. Ve Mehmed
Emin ve Ali Akdağ ve Ahmed Feyzi'ye ve umum kardeşlerimize selâm ve dua ederiz.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Lüzumu
olmayan erzak ve elbiselerimi satıp gayet mübarek yüz lirayı, hem
Dâr-ül Hikmet'ten aldığım maaşla -ki, onunla hacca gidecektim- hem yirmiiki sene
hisse-i erzakıyemin bâkiyesi olan on lirayı da üstünde suret bulunduğu için tekrar o mübarek on lirayı da Lem'alar mecmuasının fiatı olarak beraber gönderiyorum.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un Haremeyn-i Şerifeyn'ce makbuliyetine bir
alâmet şudur ki: Denizli kahramanı Hâfız Mus
sh: » (E: 257)
tafa, İstanbul'dan aldığı
Zülfikar ve Asâ-yı Musa ve Siracünnur'u -ki Hindistan ülemasına gönderilecekti- onları alıp yolda bazı hacılara okutup, beraber Medine-i Münevvere'de Keşmir'li gayet meşhur bir âlim ve Türkçe de güzel bilen zâta teslim etmiş. O zâtın da çok takdir edip kat'î teminat ile Hindistan ülemasının merkezine göndereceğini ve Medine-i Münevvere'ye mahsus olan mecmualar da yetiştiğini ve sair yerlere de gönderilen
mecmualar selâmetle yetiştiğini, Denizli'li Hâfız
Mustafa'ya beraber arkadaş olup ve yolda Nurları
okuyarak giden hem genç, hem Nurcu iki Afyon'lu hacı ve başka hacılar, bu müjdeli haberi bana getirdiler ve hariçte
Risale-i Nur'un ehemmiyetli revacını ve makbuliyetini müjdelediler. Yalnız Câmi-ül Ezher'e gidecek üç mecmuadan Zülfikar burada kaldı, gönderemedik; ikisi gitmişler.
Bunun hikmeti şudur ki: Zülfikar ilmî bir geniş derstir. Âlem-i İslâm'ın medrese-i kübrası olan
Câmi-ül Ezher'e ders suretiyle göndermek münasib olmadığı gibi,
hem orada kolera hastalığının istilâsıyla elbette Zülfikar, lâyık olduğu dikkat-i nazara bu sırada alâkadarane mazhar olamayacaktı.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ:
Nur'un ehemmiyetli kahramanlarından, Nur'un ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerreme'ye götürüp
gayet büyük bir Hind'li âlim Ahmed Ali Şimşirî'ye
teslim edip, hem Hindçe tercüme etmeğe ve
Hind'e de göndermeğe teminat alan kardeşimiz Hâfız Mustafa'ya binler bârekâllah ve mâşâallah
ve es'adekâllah deriz. Medreset-üz Zehra, Mekke-i Mükerreme'deki o büyük zâtla
muhabere etsin. Adresi şudur: "Mekke-i Mükerreme'de Bab-üs Selâm'da Ahmed
Ali Şimşirî" diye mektub yazabilirsiniz.
Sâniyen:
Bu defaki hâdise, bir habbeyi, evham yüzünden çok kubbeler yaptıklarını öğrendik. Bir emaresi de şudur: Dâhiliye vekilinin emriyle gece içinde Afyon valisi, emniyet
müdürüyle buraya gelip gecede menzilimi basmak istemişler. Müddeiumumî muvafakat etmediğinden
sabaha kadar bekleyip en ziyade aleyhimizde bulunan iki adamı tayin edip, kilidimi kırıp füc'eten baskın
vermeleri; hem aynı gün (Haşiye) faytonla çıktığım vakit -burada ___________________________
(Haşiye): Evet, buradaki Nur şakirdleri namına
tasdik ediyoruz, hâdise aynen vuku' buldu.
evet Terzi Mustafa, evet İsmail,
evet Mustafa, evet Hizmetkârı Nuri, evet Hayri, evet Halil
sh: » (E: 258)
emsali vuku' bulmayan- beş tayyare
pek aşağıda uçup benim faytonumu bildikleri için etrafımda iki defa dönmeleri, ikinci gün başka bir
tarafa, çok görünmeyen gizli bir dere tarafına faytonla giderken aşağıda uçan beş tayyareyi birşey arıyor gibi gördük; anladık ki, bizi arıyorlar.
Yine aynen evvelki gün gibi, o beş tayyare etrafımızda ve kasaba üstünde gezip, odamıza girdiğimiz zaman onların da gitmeleri kuvvetli bir emaredir ki, bir habbe yüz
kubbe yapılmış. Burada böyle manasız, evham yüzünden bana eziyet verilmesi ve Medreset-üz
Zehra'nın kahramanlarına
buraya nisbeten bu üç senede on dereceden yalnız bir
derece eziyet verilmek cihetiyle, Isparta hükûmetine ve adliyesine teşekkürümü ve minnetdarlığımı ve onların verdiği eziyetleri de helâl ettiğimi
bildirirsiniz.
Sâlisen:
Bu defaki musibette, her vakit olduğu gibi
yine kaderin adaletine ve inayet-i İlahiyenin
feyzine baktım, gördüm ki: Sair vilayete nisbeten bir derece Nur'dan geri
kalan ve Nur dairesine de yakın bulunan Kütahya ve adliyesini ve hükûmetini Denizli,
Kastamonu gibi Risale-i Nur'la alâkadar etmek... Evet, ne kadar fikri ve
vazifesi aleyhimizde olsa da, herhalde kalbi, ruhu Risale-i Nur'dan imanı cihetinde büyük istifade etmek ve Nurculara da sevab kazandırmak hikmetiyle o vilayete gönderildi. Kader-i İlahî
dahi bana bir şefkat tokadı olarak, dâhiliye vekili Erzurum'lu ve hemşehrim ve Afyon Valisi (Antalya'lı) ve şimdiye kadar bana ilişmemesi cihetiyle demiştim:
"Gerçi serbest oldum, şimdi böyle insaflı bir vali buldum, Emirdağı'ndan
gitmeyeceğim" diye bir nevi sevinç ve ihtiyatsızlığımın cezası olarak, o iki adamın
elleriyle kader-i İlahî bana tokat vurdu, adalet etti.
Afyon
Valisi, emniyet müdürü ve buradaki heyetiyle mes'elemize dair Ankara'ya yazmışlar ki: "Cem'iyetçilik, tarîkatçılık gibi mes'eleler yok. Fakat Said Nursî'nin onun sözüyle kendini feda edecek ikiyüzbin Nurcu kardeşleri var." diye başka bir cihette yine hükûmete büyük bir evham vermişler. Fakat onların bu yazmasında, Nur'a ve Nurculara bir faide ve benim şahsıma da belki bir zarar ihtimali var. Faidenin bir ciheti şudur ki: Bu kadar ağır şerait içinde öyle
demir gibi sarsılmaz bir hakikat var ki; ikiyüz bin Türk ruhunu ona feda
edecek o hakikatın müşterisi bulunur. Bu noktada, zaîf imanlı olanlar imanını kuvvetlendirir. Ehl-i siyaset de ve imanını kaybedenler onlara ilişmekten
korkarlar, daha çabuk taarruz edemezler. Bana zararı ise -Cenab-ı Hak Hâfız'dır- beni çürütmek ve kardeşlerimi
benden kaçırmak ve kardeşliğimizi kırmak için, şeytanın bile hatırına gelmeyen iftiralar ve isnadlar ile benim ehemmiyetimi
kırmak için çalışmaları muhtemeldir.
sh: » (E: 259)
Ehl-i
vukuftan ve Diyanet Riyaseti'nin müşavirlerinden
Yusuf Ziya ve oradaki hocalar, Risale-i Nur'un tamam bir takımını bizden istiyorlar. Hem zerrelere ait Otuzuncu Söz ve Otuzikinci'nin Birinci Mevkıfının başındaki zerre bahsi ve "Hüve Nüktesi" ve Tabiat
Risalesi'nin zerre bahsi gibi parçaları, rica
suretinde ve hürmetkârane, oraya gönderdiğimiz Hasan Çalışkan ile cevab göndermişler. Güya وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ manasını anlamak istiyorlar ve bu parçalarla anlaşılır ve şimdi serbest ifsada başlayan
maddiyyunları susturur.
Said Nursî
* * *
Kanunca
ifademi almak lâzımken ifademi almadılar. Ben
de ifademi şimdi adliyenin şahs-ı manevîsine ve dâhiliye vekiline bera-yı malûmat
beyan ediyorum:
Bu kırk sene zarfında bu vatana ve millete hiç zarar etmeyip pek çok
menfaati dokunan; ezcümle Mart İhtilâli'nde isyan eden sekiz taburu bir nutukla itaate
getiren ve çok zabitleri kurtaran; ve harekât-ı
milliyede Hutuvat-ı Sitte Risalesi ile ülemayı ve
Şeyhülislâmı ve İstanbul'u işgal eden ecnebi tarafdarlığından
kurtaran; ve eski Harb-i Umumî'de merhum Enver Paşa'nın çok takdir ve tahsini ile fedakârane hizmet eden; ve üç dehşetli kumandanlar ona hiddet ettikleri halde ilişmeğe cesaret edemeyen; ve gizli zındıkların iftiralarına binaen kanunlar onu mes'ul ettiği halde, üç mahkeme onun takib ettiği
hakikata karşı mağlub olup, mahkûmiyetine cesaret etmeyen; ve risaleleri
ehl-i fen ve ehl-i ilim yanında çok takdir ve tahsinlerle karşılanan ve o risaleler hesabına konuşan bir adamı bir saat dinlemeniz, vazifeniz itibariyle elzemdir ve
vâcibdir.
İşte başlıyorum. Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka
suretle aramağa Cenab-ı Hak mecbur etmesin, âmîn!
Bu yirmi
senede yüzer tecrübe ile inayet-i İlahiye
bizi himaye ettiği ve dehşetli zulümlerden kurtardığı gibi,
bu yeni manasız, bütün bütün kanunsuz, gaddarane zulümden de kurtaracağına kat'î kanaat etmeliyiz. Şayet bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek,
bin
sh: » (E: 260)
ler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlahiyeye ve sevaba mazhar olmakla beraber pek çok bîçare ehl-i imanın imanlarına başka bir tarzda bir kudsî hizmet hükmüne geçeceğini rahmet-i İlahiyeden pek kuvvetli ümid ediyoruz.
Bu
hâdisenin on vecihle kanunsuz olduğunu
beyan ediyorum:
Birincisi:
Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankara'nın yedi makamatından ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tedkik
ile nazardan geçtiği halde, ittifakla hiçbir muhalif kalmadan hem umum
risalelerin beraetine, hem Said ile beraber yetmişbeş arkadaşı birlikte beraet ettirildiği ve bir
gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi onlara el uzatmak, ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.
İkincisi: Beraetinden sonra üçbuçuk sene Emirdağı'nda münzevi, garib, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgü ile kapayan ve yüzde bir
adamı zarurî bir iş olmasa
yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden
te'lifini de bırakıp, daha te'lif etmeyen bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırıp yanına gelip, Arabî evradından,
yanındaki iki levha-i imaniyeden başka taharriciler birşey bulamadıkları halde, bu eziyetin ne derece hilaf-ı kanun olduğunu, zerre kadar aklı bulunan
anlar.
Üçüncüsü: Mahkemece yetmiş şahidin tasdiki ile, yedi sene harb-i umumîyi bilmeyen ve
merak etmeyen, sormayan ki, şimdi on senedir aynı o halde
bulunan ve yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz
seneden beri "Eûzü billahi mineşşeytani
vessiyase" deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmiiki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini kendine celbetmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahatı için hükûmete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi ve siyasî entrikacısı gibi onun menzilini ve inzivagâhını basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı
bulunan, bu hale acıyacak.
Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tedkikten sonra ve sebebi de cem'iyetçilik, tarîkatçılık olduğu, o evham bahanesiyle büyük bir reisin ona şahsî garazı ile onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde, cem'iyetçilik, tarîkatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraet ettirip, yalnız Risale-i Nur'un bir küçük parçası olan
Tesettür Risalesi'ni bahane ederek kanunen değil
de, kanaat-ı vicdaniye ile yüz şakird içinde beş-on şakirde altı ay ceza verdiler ki; tedkik
zamanına kadar dört ay
mevkuf, yani birbuçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay ce
sh: » (E: 261)
miyetçilik ve tarîkatçılık gibi birkaç bahane ile yirmi senelik bütün mektubat ve te'lifatlarını inceden inceye tedkik ile
beraber, Ankara ve Denizli Mahkemesinde tedkikte kaldıkları halde, o mahkemeler ittifakla
cem'iyetçilik ve tarîkatçılık (Haşiye) vesair bahaneleri cihetinde beraet kararı verip o kitab ve mektubları
aynen sahiblerine iade ve Said'i arkadaşlarıyla beraber beraet ettirdikleri halde, "bir siyasî cem'iyetçi"
nazarıyla ve "entrikacı bir
siyasî adam" tarzında onu ittiham etmek ve adliye
memurlarını onun
aleyhinde cem'iyetçilik ve tarîkatçılık noktasında sevketmek, ne kadar kanunsuz
olduğunu insaniyeti sukut etmeyenler bilir.
Beşincisi: Şöyle ki, ben Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir
düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere,
değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum.
Hattâ en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim
halde değil maddî, belki beddua ile de
mukabeleden beni o şefkat men'ediyor. Çünki o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi
ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî
darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına
binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan helâl ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat
içindir ki; idare ve asayişe kat'iyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da
o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: "Bu Nur şakirdleri manevî bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar." dedikleri ve bu hakikata binler şahid ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi
ile tasdik ve teyid ettikleri halde, o bîçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini
basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve
menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz
cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur'anı ve
başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun buna müsaade eder?
Altıncısı:
Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle dünyada muvakkat şan ü şeref ve enaniyetli hodfüruşluk ve şöhretperestlik ne kadar zararlı ve
ne kadar faidesiz ve manasız olduğunu hadsiz şükür olsun ki, Kur'anın feyziyle anlamış bir adam, o zamandan beri bütün
kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip, mahviyet etmek ve benliği bırakmak ve tasannu ve riyakârlık yapmamak için, elinden geldiği
kadar çalıştığına
ona
__________________________
(Haşiye): Nurların esası ve hedefi, iman-ı tahkikî ve hakikat-ı Kur'aniyedir. Onun için üç mahkeme tarîkat noktasında beraet vermişler. Hem yirmi senede hiçbir adam
dememiş ki, bana tarîkat vermiş. Hem
bin seneden beri bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mes'uliyet
olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-ı İslâmiyete tarîkat namını takıp, bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı mukabele edenler, tarîkatla ittiham edilmez. Cem'iyet ise, uhuvvet-i İslâmiye cihetinde bir uhrevî kardeşliktir.
Yoksa siyasî cem'iyet olmadığına üç mahkeme hüküm vermişler.
sh: » (E: 262)
hizmet veya arkadaşlık edenler kat'î bildikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nâs ve şahsını medh ü senadan ve kendini manevî
makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif
olarak bütün kuvvetiyle kaçtığını, hem
has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını
reddedip o has kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektublarında onların kendi hakkında medihlerini ve ziyade hüsn-ü
zanlarını kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip
bütün fazileti Kur'anın tefsiri olan Risale-i Nur'a ve
dolayısıyla Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat'î isbat ediyor
ki; şahsını beğendirmeğe çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip medhetmek gibi bir makam vermesi ve Kütahya
havalisinde tanımadığı bir
vaizin bazı sözleriyle
ve Kütahya'ya kendim hiçbir mektub göndermediğim halde ve benim imzamı taklid ile ve medar-ı mes'uliyet tevehhüm edilen bir mektub ile ve kimin yazısı bilinmeyen dokunaklı bir kitab Balıkesir'de bulunmasıyla acaba hangi kanunla medar-ı
mes'uliyet olur ki, o bîçare ve hasta, çok ihtiyar, garib ve münzevi adamın odasına bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak, hem evradından ve levhalarından başka bahane bulamamak; acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir siyaset bu
taarruza müsaade eder mi?
Yedincisi:
Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî-haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade
etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel ve çok diplomatları
kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır
iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin
nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile
meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: "Sakın cereyanlara kapılmayınız,
siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!" dediği ve bu iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi "Bize yardım
etmiyor" diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın
dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhireti ile meşgul olan ve memleketinde ve Nurs Karyesi'nde öz kardeşine yirmiiki sene zarfında birtek mektub yazmayan ve o vilayetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektub yazmayan bir bîçareye, onun âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmek, hangi kanun müsaade eder? Bu
vatana ve millete, ahlâka çok zararlı olan
dinsizlerin kitablarının
intişarına ve komünistlerin neşriyatlarına serbestiyet kanunu ile ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mes'uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan, millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini ve ahlâkını
sh: » (E: 263)
ve asayişini temine yirmi seneden beri çalışan ve milletin hakikî nokta-i istinadı olan
âlem-i İslâmın uhuvvetini ve bu millete de dostluğunu
iade ve takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyaseti'nin
üleması tenkid niyetiyle Dâhiliye Vekilinin emriyle üç ay
tedkikten sonra, tenkid etmeyerek tam kıymetini
takdir edip "Kıymetdar eser" diye Diyanet
kütübhanesine konulan Zülfikar ve Asâ-yı Musa
gibi Nur eczalarını
evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermeğe acaba hiçbir kanun, hiçbir
vicdan, hiçbir insaf buna müsaade eder mi?
Sekizincisi:
Yirmi sene sıkıntılı ve sebebsiz bir nefiyden sonra
tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu
memleketine gitmeyerek, gurbeti, kimsesizliği
tercih ederek.. tâ ki, dünyaya ve hayat-ı
içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin. Ve çok sevablı olan câmideki cemaatın hayrını bırakıp odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle yüzbinler Türk kıymetdar
zâtların tasdikiyle, bir dindar, müttaki Türk'ü, lâkayd çok
Kürdlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali
gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini, yüz Kürd'e değiştirmediğini isbat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek
için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen
ve câmiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle
ve âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve müslümanların
birbirine muhabbetine çalışan ve şedid düşmanına
karşı menfî hareket etmeyen, hattâ onunla meşgul olmayan, bedduayı dahi etmeyen ve Türk milleti
Kur'anın bayrakdarı ve
sena-i Kur'aniyeye mazhar olduğu için, o milleti çok seven ve
hayatını onların içinde geçiren bir adam hakkında,
resmî lisaniyle ihanet için bir propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için: "O Kürd'dür,
siz Türksünüz; o Şafiîdir, siz Hanefîsiniz" deyip herkesi ürkütüp ondan
çekinmeyi ve yirmiiki senede ve iki mahkemede, tarz-ı kıyafet değiştirmeğe mecbur edilmeyen ve şapkanın yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adama
zorla şapka giydirmeğe
cebretmesi hangi kanun buna müsaade eder?
Dokuzuncusu:
Çok mühimdir, (Haşiye)
çok kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği
için sükût ediyorum.
Onuncusu:
Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı ve yalnız manasız evhamdan bir habbeyi kub
____________________________
(Haşiye): İslâm hükûmetlerde Hristiyan ve
Yahudi bulunması ve Hristiyan ve Mecusî
hükûmetlerde Müslümanlar bulunduğu gösteriyor
ki, idare, asayişe bilfiil ilişmeyen muhaliflere kanunca ilişilmez.
Hem imkânat, medar-ı mes'uliyet olamaz. Yoksa herkes
bir adamı öldürebilir, herkesi bu imkânatla
mahkemeye vermek lâzım gelir.
sh: » (E: 264)
beler yapmaktan ibaret, hiçbir kanuna girmeyen bir
taarruzdur. Bu da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için
sükût ederek, böylece on vecihle kanunsuz
muamelelere karşı yalnız "Hasbünallahü ve ni'melvekil" deriz.
Said Nursî
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, bu yeni taarruzda
ve çok geniş ve çok evhamlı taarruz, yüzde bire indi. Dünkü gün dört
saat mahkemede ifademi aldılar. Evvelce size gönderdiğim ifadenin aynını ve izahatıyla cevab verdim. Allah Isparta Adliyesi'nden çok razı olsun ki, onların buraya lehimizdeki iş'arı bize çok yardım etti. Yoksa Afyon'daki evham ve burada bazı resmîler gizli düşmanlarımıza da yardımları ile pek çok zahmet çekecektik.
Müsadere
ettikleri Kur'anımızı Diyanet Reisi'ne göndermişler. Biz de İstanbul'a gönderdiğimiz iki cüzler ve baştaki cüz ile beraber, bir mektub Diyanet Reisi'ne yazdık. "Bunu fotoğrafla tab'etmeğe çalışmak istiyoruz. Diyanet Reisi'nin
tensibi ve muavenetini ümid ediyoruz." diye mektub yazdık.
Bu
defa bana mahkemede sordukları pek çok manasız sualler içinde "Ne ile yaşıyorsun?"
Dedim ki: "İktisad bereketiyle." Hattâ
bir vakit Isparta'da bir Ramazan'da bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinç ile yaşayan
bir adam, maişeti için dünyaya tenezzül etmez
ve hediyeyi de kabul etmeğe mecbur olmaz.
* * *
Aziz, sıddık
kardeşlerim!
Evvelâ:
Sizin muvaffakıyetinizi ve sebatınızı ve
Yirmidokuzuncu Söz'ün elifler kerametini muhafazasıyla mumlu kâğıtlara yazılmasını ve
çalışmanıza fütur gelmemesini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Sâniyen:
Dört saat ifademi almakla, pek çok emsalsiz bir sıkıntı
sh: » (E: 265)
çektiğim on saat sonra, âdeta aynı
zamanda iki milyon lira zarar veren maarif yangını gösterdi ki; Risale-i Nur belaların def'ine bir vesiledir ki; Nurlara hücum edildi, bela yol buldu geldi.
Sâlisen:
Risale-i Nur'un kerameti olarak yangına
dair yazılan bir parça, bir haftadan beri
size göndermek için bekliyordu. Çünki ziyade evhamlarından postahanelere çok dikkat
ettiklerinden posta ile göndermedik. Sizin de mahkemece
hakikî vaziyetinizi merak ediyoruz. Kardeşimiz
Burhan'ın bir küçük musibeti varmış diye yazıyor, ne imiş? Merak ettik. Cenab-ı Hak def'etsin. Hem Re'fet Bey,
hem Abdullah Çavuş'un
mektublarından çok memnun oldum. Onlara
hususan selâm ediyorum. Umuma selâm.
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Reisicumhur'a gönderilen
istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana
hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal'in dostluğu ve
tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben
de o garazkârlara derim ki: Ölmüş
gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin
ihbarıyla, Kur'ana zararlı öyle
bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu
zaman gösterdi.
Ben
de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan
kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal'e vermediğim
için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle
tazib ediyorlar.
Evet
-mahkemede isbat ettiğim gibi- "Şerefler, müsbet
hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir,
tevzi' edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa,
reise verilir" diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil
asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri
Mustafa Kemal'e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu
sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım.
Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki
garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada
manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
sh: » (E: 266)
Evet
çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e
itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve
bütün vilayat-ı şarkıyeye
vaiz-i umumî yapmak için Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde,
beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene
inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci
Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an'anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef'aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim.
Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın
"Üçüncü Esas"ında izahı var.
İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve
o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın
bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde
"Tahrib, tamirden çok kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur. Bu kat'î kaideye binaen,
meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve
tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun
kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım
gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın
hayrını baştaki
bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık
olmasıdır.
Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek
ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik
rütbesini alır ve yalnız binbaşısına
verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura
verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve
cezaya çarpar. Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş
adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur'an bayrakdarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve
erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli
karartır ve bu asrın
ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mes'ul eder. Ve mevcud şerefler,
zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince
gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub olmaz. İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir
zamanda içinde bulunduğum ve
sh: » (E: 267)
tesirli hizmet
ettiğim o ordunun dostluğunu
aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.
Emirdağı'nda
Said Nursî
* * *
Yirmi
senede kaç vilayetin zabıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız yirmibeş sene evvel Ankara Valisi Nevzad Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi; hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi. Hem Afyon Valisinin büyük memuru, cebren kıyafetime emir vermesine mukabil, Emirdağı'nın küçük bir adliye memuru ona mukabele edip "Kanun haricinde hiçbir
şey yapamayız."
demiş, kanunperestliğini göstermiş. Hem buranın kaymakamı evham etmeyip bana zulmetmediği için, o vicdanlı zâtın tebdiline çalıştılar.
Hem câmiye, cumaya gitmeye beni men'eden merdümgirizlik hastalığı ile beraber, maddî birkaç hastalığa
binaen, bir hafta rapor verip beni ifademi almaya sevketmemek için doktorluk
kanunu ile amel ettiğime binaen, tâ Afyon'dan iki
doktor gönderip onun raporunu bozmak, onu
da mahkemeye vermek derecesinde keyfî kanunlara maruz olmuşuz.
* * *
[Adliyenin
şahs-ı manevîsine ve dâhiliye vekiline
bera-yı malûmat takdim edilen ve Emirdağı'ndaki istintakta verdiğim ifadenin haşiye ve lâhikasıdır.]
Bu
yirmibeş seneden beri hiçbir gazeteyi
okumayıp, dinlemeyip, dünkü gün bana hizmet eden bir adam,
gazetenin bir parçasını bana
okudu. İçinde, Ankara maarif dairesi (iki
milyon zararla), hem yine Ankara'da otomobil garajı binası, aynı vakitte İzmir'de ehemmiyetli fabrika, hem
aynı vakitte Ada'da büyük bir binanın tamamen yandığını işittiğim vakit, pek çok teessür ve
sh: » (E: 268)
yazıklarla bu fakir millete acımakla, aynı zamanda bütün ömrümde çekmediğim bir sıkıntı
içinde, hiçbir mahkemede benim gibi ihtiyar ve hasta halimde dört buçuk saat mütemadiyen ifademi sual-cevaba mecbur olduğum bir zamanda, eğer bura adliyesinin insaniyeti ve
bir derece şefkati olmasaydı, kat'iyen dayanamadığım gibi, kat'î karar vermiştim ki, sert bir sözle bu soğukta, bu hastalığımda hapse girmeyi gözüme almıştım.
Hattâ bana hizmet edenin birini odamda yatırmak,
birine bir tokat vurup benim hizmetim için hapse, yanıma gelmek için karar vermiştik. Fakat bura adliyesinin
insaniyeti ve inayet-i İlahiye bana sabır verdi, tahammül ettim.
Bu
acib vaziyetin ve asılsız
evhamın sebebini merak ettim. Gençlik Rehberi'nin resmen
tab'edilmesi ve intişarı, pek
çok mektebleri tenvir etmiş; hattâ Ankara Dârülfünunu'ndaki
ve İstanbul Dârülfünunu'ndaki kıymetdar gençlerin Risale-i Nur'un esasatını, bu vatan milletinin saadetine bir vesile olduğunu bilmeleri ve pek çok muallimler, hamiyet-i milliye ve vataniye ve
haysiyet-i ilmiye cihetiyle Risale-i Nur'a kemal-i iştiyak ile alâkadar olmaları, maarif dairesinin nazar-ı dikkatini celbetmiş, Nurlara karşı bir derece beğenmemek tarzında bir ilişmek istemişler. Hattâ burada "Gençleri elde ediyor. Matbu' Gençlik Rehberi ile
mekteb talebelerinin nazarlarını dine
çeviriyor." diye ihbar edilmiş.
Bunun üzerine hem bana, hem ekser Risale-i Nur şakirdlerine
bazı vilayetlerde ilişilmiş. Halbuki ben, medreseden çıktığım için hocalardan istimdad etmek lâzımken,
bütün kuvvetimle maarif dairesine ve mekteblilere itimad edip onlara dayanmak
istiyordum. Çünki Nur dairesine girenlerin çoğu mekteblilerdir, hocalar azdır; çoğu çekindiği halde, mektebliler, kemal-i
takdirle Nurlara sahib çıktığından,
kalbimden derdim: İnşâallah
maarif dairesi, Nur şakirdlerini himaye edecek. Ve
yardımları beklerken, birden bize bu yeni
taarruzun sebebi; matbu' Gençlik Rehberi'nin âhirinde "Nur şakirdleri, hükûmetin müsaadesine binaen, mümkün olduğu kadar Nur dershaneleri açılmak
münasibdir" diye bizim gizli düşmanlarımız maarif dairesini aleyhimize
çevirmeğe çalışması bir vesile oldu.
Şimdiye
kadar o düşmanlarımız, desiselerle kaç defa adliye
cihetiyle bizi perişan etmek istediler, muvaffak
olamadılar, bir şey de
çıkaramadılar. Sonra mutaassıb ve enaniyetli ve resmî makamlardaki hocaları aleyhimize sevketmeye çalıştılar,
onda da bir şeye muvaffak olamadılar. Şimdi en ziyade bana yardıma
güvendiğimiz maarif idaresini aleyhimize
istimal etmekle, bu hükûmetin bazı memurlarını üç mahkemede kat'î beraet ka
sh: » (E: 269)
zandığımız
cem'iyetçilik ve tarîkatçılık
bahanesiyle geniş bir dairede bîçare masum Nur şakirdlerine ve beni Risale-i Nur'un mütalaasından mahrum etmeye çalıştıkları bir zamanda ve benim acınacak dört buçuk saat istintakımın aynı vaktinde maarif dairesinin sebebsiz yanması ve söndürülmesine hiç bir imkân
bulunmaması ve tamamen yanması, tesadüfe benzemiyor, bir eser-i hiddet görünüyor.
O
ifademin âhirinde ve aynı zamanda demiştim ki: Beni bu gurbette, yalnızlıkta kitablarımın
mütalaasından mahrum etmeyiniz. Yoksa hem
bana, hem bu vatana yazık olur. (Haşiye) Belki zemin, yine zelzele ile hiddet eder dediğimden üç dakika sonra üç saniye devam eden zelzele ve o fıkrayı mahkemede tekrar ettiğim aynı zamanda -ya gece veya gündüzde-
zemin ateşle maarif dairesine saldırması ve mahkemece dört defa isbat edilen çok defa zelzelenin
Risale-i
Nur'a ve şakirdlerine taarruzun aynı zamanında gelmesi, elbette bunda
tesadüf olamaz. Demek bu vatanın ve milletin ve asayişin büyük bir temel taşı olan Risale-i Nur'un hakikatlarıdır ki; böyle vukuatlı tokatlarla bu milletin nazar-ı dikkatini Kur'anın hakikî ve hakikatlı ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur'a çeviriyor; milleti ona teşvik edip muarızlarına şefkat tokadı vuruyor.
Şimdi
nasıl sadaka belayı
def'ediyor, öyle de: Risale-i Nur, bu
memlekette belanın def'ine vesile olduğu çok hâdiselerle tahakkuk etmiş. Bu
defa da Risale-i Nur'a hücum edildiğinin
aynı zamanda bu yangın
belasının gelmesi, Risale-i Nur belanın def'ine vesile olduğunu isbat ediyor.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Nasılki Eğirdir'de Asâ-yı Musa'yı müsadere eden ve mahkemeye veren
adam kendisi iki sene hapis cezasıyla tokat yedi ve Hüsrev'e
hiddetle bir ay ceza veren hâkimin istifaya mecbur olmasıyla ve refikasının
oradan müfarakatıyla bir nevi tokat yemesi gibi,
aynen burada dahi size leffen gönderdiğimiz puslada yazılan tokatlar kat'î gösteriyorlar ki; biz, bir himayet ve inayet altındayız. Bize ilişenler âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri
gibi, dünyada dahi bir kısmı
çabuk çarpılır.
Hem bu defa, bize hücumların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına
ile havanın kızdığını gösterdiği gibi; hücumları durmasıyla ve Nurcuların fe
____________________________
(Haşiye): İşte yazık oldu.
sh: » (E: 270)
rahlanmasıyla
bu zemherir günleri nevruz günleri gibi gülmeye başladı. O tebessüm, devamla manevî bir
müjde ve teselli veriyor kanaatındayız. Bu defa puslada yazıldığı
gibi, hiç bir şeytanın da kimseyi kandıramadığı acib ve maskaraca bir iftira etmekle teveccüh-ü ammeyi hakkımızda kırmaya çalışan resmî polisler, aynı zamanda tokatlarını
yemesiyle gösteriyor ki; bize hücum edenler,
iftiradan başka hiç çare bulamıyorlar, başka çareleri kalmamış. Hem biz de çok dikkat ve ihtiyat etmeye, böyle şayialara ehemmiyet vermemeye
mecbur oluyoruz.
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder