EMİRDAĞ LÂHİKASI - I
(AFYON HAPSİNE
KADAR)
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Denizli Hapishanesinde yetmiş talebesiyle birlikte on ay mevkuf yattıktan
sonra, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi'nin 1944 tarihli
beraat karariyle tahliye olmuşlar ve iki ay kadar Denizli'nin
Şehir Otelinde kaldıktan sonra Afyon'un Emirdağı kazasında ikâmet edeceği kendisine bildirilmiş ve Emirdağı'na gelmiştir.
Bundan sonraki
Lâhikalar, Emirdağında ikâmeti esnasında yazılmış
olup, Isparta'ya ve Isparta vasıtasiyle Risale-i Nur'un müştaklarına gönderilen mektublardır. İlk
Emirdağında bulunduğu dört sene içinde Risale-i Nur memleketin her tarafına yayılmış,
bilâhere 1948 de yeniden Afyon Mahkemesinde muhâkeme olmuşlardır.
Sh: » (E: 3)
بِسْمِهِ
سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ
عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
EMİRDAĞI'NDAKİ KARDEŞLERİME!
Aziz, sıddık
kardeşlerim!
Benim
hakkımda evham edenlere deyiniz ki: Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem mektublarını ve
kitablarını ve
esrarını hükûmet şiddetli taharriyatla elde etti. Dokuz ay hem Isparta, hem Denizli, hem
Ankara adliyeleri tedkikten sonra, bir tek gün cezayı, bir tek talebesine vermeyi mûcib bir madde -beş sandık kitablarında ve evraklarında- bulunmadı ki; hem Ankara Ehl-i Vukufu, hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraetine
karar verdiler.
Hem
bu zarurî işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz
adam, mahkemece dava etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahid gösterip, tasdik ettirmiş ki: Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş; ve on senedir, hükûmetin iki reisinden ve bir vali ve bir meb'usundan
başka hiç bir erkânı ve
büyük memurlarını
bilmiyor ve tanımıyor
ve tanımağa merak etmemiş. Ve üç senedir harb-i umumîyi ne sormuş, ne
bilmiş, ne merak etmiş, ne
radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüzotuz te'lifatından, yirmi sene zarfında yüzbin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne asayişe, ne
vatana, ne millete hiçbir zararı hükûmet görmemiş. Beş vilayetin dikkatli zabıtaları ve taharri memurları ve mahkeme işiyle iştigal eden üç vilayetin ve
merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki,
tahliyelerine mecbur oldular. Eğer bu adamın dünya iştihası ve siyasete meyli olsaydı; hiç imkânı var mı ki, bir tereşşuhatı ve emareleri bulunmasın? Halbuki mahkeme safahatında hiçbir emare bulamadılar ki, muannid bir müddeiumumî mecbur olup vukuat yerinde imkânatı istimal ederek mükerreren iddianamesinde "yapabilir" demiş ve "yapmış" dememiş. Yapabilir nerede? Yapmış nerede? Hattâ
sh: »
(E: 4)
mahkemede Said
ona demiş: "Herkes bir katli
yapabilir; bu iddianız ile herkesi ve sizi mahkemeye
vermek lâzım geliyor!"
Elhasıl: Ya bu adam tam divanedir ki, bu derece dehşetli umûr-u dünyaya karşı lâkayd kalıyor veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir
saadetine ihlasla çalışmak için, hiçbir şeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyle
ise bunu taciz ve tazyik etmek, vatan ve millete ve asayişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında
bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.
(MÜHİM BİR SUALE HAKİKATLI BİR CEVABDIR.)
Büyük
memurlardan birkaç zât benden sordular ki: "Mustafa Kemal sana üçyüz lira
maaş verip, Kürdistan'a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i
umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer
kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını
kurtarmaya sebeb olurdun?" dediler.
Ben
de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma
bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene
uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın
yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim,
hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi' olmayan
ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana
gelmezdi. Hattâ ben hapiste muhterem kardeşlerime
demiştim: Eğer Ankara'ya gönderilen Risale-i Nur'un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar; siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim!
Beraetımızdan sonra Denizli'de beni
tarassud taciz edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nur'un kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki;
yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler şakirdlerde hiçbir cereyan, hiçbir
cem'iyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka,
dokuz ay tedkikatta bulunmamasıdır.
Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin. Birtek
adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes'ul ve mahcub
edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki:
"Pek hârika ve mağlub olmaz bir dehâ bu
sh: »
(E: 5)
işi çeviriyor" veya diyeceksiniz: "Gayet inayetkârane bir hıfz-ı İlahîdir." Elbette böyle bir dehâ ile mübareze etmek hatadır,
millete ve vatana büyük bir zarardır. Ve
böyle bir hıfz-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniyeye karşı
gelmek, firavunane bir temerrüddür.
Eğer deseniz: "Seni serbest bıraksak
ve tarassud ve nezaret etmesek, derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin."
Ben
de derim: Benim derslerim bilâ-istisna bütünü, hükûmetin ve adliyenin eline
geçmiş; bir gün cezayı
mûcib bir madde bulunmamış. Kırk-elli
bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni
mahkemenin mûcib-i mes'uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize; ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için
yüzotuz risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüzyirmi mevkuf
kardeşlerimden yalnız
onbeş adama altışar ay
ceza verebilmesi kat'î bir hüccettir ki, bana ve Risale-i Nur'a ilişmeniz, manasız bir tevehhümle çirkin bir
zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki, nezaretle ta'diline çalışsanız.
Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım.
Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve
faidesiz tarassudlar artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık za'fiyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var.
"Mazlumun âhı tâ Arş'a kadar gider" diye bir kuvvetli hakikattır.
Sonra
o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi
senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil,
belki rızasıyla
ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine
ruhsat-ı şer'iye ve cebr-i kanunî cihetiyle
girmektense; azimet-i şer'iye ve takva cihetiyle, yedi
milyar zâtların kıyafetlerine
girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmibeş seneden
beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama
"inad ediyor, bize muhaliftir" denilmez. Haydi inad dahi olsa, madem
Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilayetin hükûmetleri onu bozmadı; siz
neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükûmetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikiniz ile yirmi
senedir dünya ile alâkasını
kesen ve manen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz, kendine çok zararlı olarak
sh: »
(E: 6)
hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir.
Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı
terkediyorum, "Ne yaparsanız minnet çekmem!" dediğim, onları hem kızdırdı, hem
susturdu. Son sözüm: حَسْبُنَا
اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ { نِعْمَ الْمَوْلَى وَ نِعْمَ النّصِيرُ
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Bu
parçayı sizler dahi Risale-i Nur'un makbuliyetine imza basan
risaleler ve mektublar mecmuasının başında yazarsınız. Eğer mecmualar olmasa da Birinci Şua'ın başında yazarsınız.
Beni merak etmeyiniz. Sevabın ziyade olması, bana sıkıntıları bir cihette sevdirir ve Nurların intişarına başka sahalarda meydan açar. Umumunuza birer birer selâm...
«Risale-i
Nur'un makbuliyetine imza basan ve gaybî işaretler
ile ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı mes'eleye, aynı davaya ittifakları sarahat derecesindedir. Vahdet-i
mes'ele cihetiyle o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç
tanesi, İmam-ı Ali'nin üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur'dan haber vermesine
dairdir. Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tedkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: "Bu yazılmamalı idi. Keramet sahibi, kerametini
yazamaz." Ben de onlara cevab verdim ki:
Bu, benim değil, Risale-i Nur'un kerametidir. Risale-i Nur ise, Kur'anın malıdır ve tefsiridir dedim. Onlar sustular, demek kabul
ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasibdi, fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve
çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve fakir ve zaîf olan bizlere kuvve-i maneviye ve
gaybî imdad ve teşci' ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat'iye
oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir
hodfüruşluk verip sukutuma sebeb olsa da, ehemmiyeti yok. Bu
hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennet'e girmeleri için Cehennem'i kabul ederim.»
* * *
sh: »
(E: 7)
(ANKARA EHL-İ VUKUFUNUN İTTİFAKLA VERDİKLERİ
RAPORUN SURETİNDEN.)
Dolu
bulunan cem'an beş sandık kitab, tarafımızdan açılarak okundu. (Haşiye)
Said Nursî tarafından te'lif edilen basılmış, basılmamış Risale-i Nur eczaları ve
Risale-i Nur'a ekli Said Nursî ile bazı şakirdleri
tarafından yazılmış kısmen ilmî ve dinî mektublarla, şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektubları ve klişeler, inceleme mevzuu salahiyetimiz dâhilinde görülerek incelendi. Bunların mahiyetini belirtmek için bu risale ve mektubları iki nev'e ayırmak gerektir:
Risaleler:
Bir âyetin tefsiri ve bir hadîsin şerhi
maksadıyla yazılmış olanlarıyla; din, iman, Allah, Peygamber, Kur'an ve âhiret
akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ilmî görüşleri ve ihtiyarlarla gençlere hitab eden ahlâkî öğütler ve kısmen hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak'alar ve esnafa ait faideli menkıbeleri
ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir ki; -bunlarda- bütün bu risalelerde
müellif hem samimî, hem hasbî ve hem de ilim yolundan ve dinî esaslardan hiç
ayrılmamıştır. Bunlarda dini âlet etmek ve cem'iyet teşkil etmekle emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. Şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektubları da bu nevidendirler.
1- Said
Nursî, İstanbul'da iken kazandığı
ehemmiyetli şan ü şerefin, kalın bir uykudan ibaret sakil bir rü'ya, muvakkat bir
sersemlik olduğunu söyler. Ve İstanbul'da bir-iki sene gafletle siyasete karıştığından, bunu dünyanın ölümü diye tasvir eder. Bu münasebetle "Eski Said", "Yeni
Said" diye iki şahsiyet bulunduğunu ve
bu şahsiyetlerin birbirinden ayrı olduklarını söyler. Sonra, dokuz aded birincide, yirmi kadar risale
bulunan mecmuasının sonunda, Isparta'da Risale-i Nur şakirdlerine yazılan mektubun içinde, siyasete tenezzülün hata olduğunu söyler.
2- Said
Nursî'nin, en mühim kitabı olan "Hüccet-ül Baliga" adlı kitabın bir münacat kısmında: "Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmaz
__________________________________
(Haşiye):
Ehl-i vukuf raporundaki tenkid kısmı, mahkemede kat'î cevabları verildiğinden ve müdafaatımın âhirinde yazıldığından, burada yazılmadı. Zâten o tenkidler, üç-dört
risalede yalnız on cüz'î mes'eledir. Hem siyasî değil, ilmîdirler. Hem o itirazlar, sehiv ve hata olduğu, senedlerle mahkemede isbat edilmiştir.
sh: »
(E: 8)
sa, davayı kaybeder. Hakikî dava budur. Bunun haricindeki davalara
karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul
olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem
de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder." der.
3-
"Yirmialtıncı Lem'a"da "İhtiyar
dünyada, benim hakikî vazifem, neşr-i esrar-ı Kur'aniyedir." (Sahife: 45). Bu memleketle,
hamiyet-i İslâmiye noktasından
alâkadarım. Yoksa benim ne hanem var, ne evlâdım." (Sahife: 59).
4-
"Yirmibirinci Lem'a"da kardeşlerine
verdiği öğütlerden birinci düstur: "Amelinizde rıza-i İlahî olacak, maddî menfaat fikri olmayacak." Bu yazılarda: "Ben sofî değilim", "Mesleğimiz
tarîkat değildir" (Sahife: 8). "Hubb-u câh ve nazarı kendine celbetmek, ruhî bir marazdır. Buna
gizli bir şirk denir." "Eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam
bir olurdu; o makama çok namzedler olurdu. Mesleğimiz
uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid
vaziyetini takınamaz..."
* * *
(DENİZLİ MAHKEMESİ'NİN İTTİFAKLA VERDİĞİ
KARAR SURETİNDEN)
Şahidler
ifadelerinde, maznunlara atf ve isnad olunan suçu işledikleri hakkında adem-i malûmat beyan etmişler; bilhassa Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nden Emin Büke'nin riyaseti altında ehl-i vukuf intihab olunan Ankara Diyanet İşleri Müşavere Heyeti a'zasından
ders-i âm ve profesör Yusuf Ziya Yörükhan
ve Ankara Dil-Tarih Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü Necati Lügal ve Türk
Tarih Kurumu ve Türk-İslâm Kitabları Derleme
Heyeti a'zasından Yusuf Aykut tarafından
tanzim kılınan evrak arasında
mevcud raporlarında: Said Nursî'nin yegân yegân tedkik olunan risale ve
kitablarında halkı; dini ve mukaddesatı âlet
ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik
etmek veya cem'iyet kurmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat, emare olmadığı mevkuflardan Said Nursî'nin mensublarına
gelince: Onlar Said Nursî'nin ilmî ve vâkıfane
eserlerine; din mes'elelerini ve Kur'an hakikatlarını öğreneceğiz diye peşine düşmüşler ve bunlar hüsn-ü niyet sahibi
sh: »
(E: 9)
olup, sırf dinî itikad yönünden Said'e ve okudukları
risalelere bağlılık göstermişler. Bu maksadla yaptıkları muhabere mektublarının münderecatında,
hükûmete karşı kötü maksad beslemedikleri ve bir cem'iyet veya tarîkat
kurmak fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmış olduğuna mütedair olduğu görülmüş; ve her ne kadar evrak arasında mevcud sorgu hâkimliğince Denizli ehl-i vukuf raporunda Said Nursî'nin bazı âsârından istidlal tarîkıyla ve
mesnedsiz olarak kendisinin ve mensublarının hükûmete karşı kötü bir maksad besledikleri beyan olunmakta ise de, evrak-ı tahkikiye münderecatında ve şuhudun, maznunlara atfen ve isnad olunan ef'al hakkında adem-i malûmat beyan etmelerine ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nce yaptırılan ehl-i vukuf raporu mahiyet ve münderecatına göre şâyân-ı ihticac ve iltifat görülmemiş; ve esasen maznunların
ekseriyet-i azamîsi okumak-yazmaktan âciz bulunmuş, diğer kısmı da kendilerini ibadet ü taata vermiş oldukları, binaenaleyh devletin emniyetini ihlâl edecek mahiyet
arzedecek şerait ve evsafı haiz
kimselerden olmadıkları tezahür ve tahakkuk etmiş ve
mahkemenin kanaat-ı vicdaniyesi de bu merkezde tecelli ve tahassül etmiş olmakla; müddeiumumînin tecziyeleri hakkındaki
mütalaası, zikr ü ta'dad olunan delaile karşı gayr-ı varid görüldüğünden reddiyle, zan altına alındıkları ef'alden BERAETLERİNE, başka sebeble mevkuf değillerse tahliyelerine müttefikan karar verildi. 15.6.944
Aza Aza
Reis Ali Rıza
Rahmetullahi Aleyhi
[Denizli
Ağır Ceza Mahkemesi, ittifakla beraetlerine kararlarını hükmüyle imza ediyorlar.]
* * *
(KENDİ KENDİME BİR HASBİHALDİR)
[Bu
hasbihali Ankara makamatına işittirmeyi, ıslahtan sonra sizin tensibinize havale ederim.]
Hâkim
kendisi müddeî olsa, elbette "Kimden kime şekva
edeyim, ben dahi şaştım" benim gibi bîçarelere dedirtir. Evet şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferid kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve has
sh: »
(E: 10)
talık ve yoksulluk ve za'fiyetle, kışın şiddeti içinde herşeyden
men'edildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zâten ben, tam bir haps-i münferidde yirmi seneden beri azab
çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrid ve tarassudlarıyla sıkıntı vermek ise, "gayretullah"a dokunup, bir belaya
vesile olmasından korkulur. Mahkemede dediğim gibi, nasılki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var. Hattâ tahmin ederim
ki; benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesi'ndeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilakis ehemmiyet vermedi, beni me'yus etti, adliyenin
yangınına bir vesile oldu ihtimali var.
Ben
derim ki: Benim hakkımda vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükûmeti, zabıta ve adliyesiyle beraber beni tam himaye etmek, en
ehemmiyetli bir vazifesidir. Çünki yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektublarımı, üç adliye ve merkez-i hükûmet dokuz ay tedkikten sonra
beraetimize ve tahliyemize karar verdi. Fakat ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi
kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksadları; benim sabrım
tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zâten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun, tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar. Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta istimal ettikleri bir-iki desiselerini beyan
ediyorum.
Derler:
"Said'in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. Ona temas
eden, ona dost olur. Öyle ise, onu her şeyden
tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır" diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.
Ben de
derim: Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler!
Evet o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risale-i Nur'undur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve
millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fasıla ile şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tedkikat neticesinde, bir hakikî sebeb cezamıza
bulmaması, bu davaya cerhedilmez bir şahiddir.
Evet
eserler tesirlidir. Fakat millet ve vatanın tam
menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüzbin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı
ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesi'yle gayet uslu ve
sh: »
(E: 11)
mütedeyyin suretine girmeleri; hattâ iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir seneddir, bir hüccettir.
Evet
beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli
bir azab ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünki otuz-kırk sene hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç
zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i maneviye ve teselli ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat'î bir delili; bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak, her tarafta Risale-i Nur'a fevkalâde
teveccüh ve rağbet göstermeleri.. -hattâ itiraf ederim- yüz derece haddimden
ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.
Ben işittim ki; benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların
insaniyetine teşekkürle beraber, derim: En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur
olan hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıdlar ve istibdadlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki
kabri bu hale tercih ederim. Fakat hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebeb olması bana
sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zâtlar benim
hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru' dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar.
Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.
Evet ondokuz sene bu gurbette yalnız ikiyüz
banknot ile, şiddetli bir iktisad ve kuvvetli bir riyazet içinde
kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye
izhar-ı hacet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekat ve maaş ve
hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden
ziyade adalet içinde hürriyete muhtaçtır.
Evet
emsalsiz bir tazyik altındayım. Bir-iki cüz'î nümunesini beyan ediyorum:
Birisi:
Mahkemece, Risale-i Nur'un ilmî bir müdafaanamesi ve Ankara'nın yedi makamatına ve Reis-i Cumhur'a müdafaatımla beraber gönderilen ve neticede Ankara Ehl-i Vukufunun takdiriyle
beraetimize bir sebeb olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yâdigâr ve hatıra olmak
üzere güzel yazılarıyla birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli zabıtası görüp ilişmeyen ve Afyon polishanesinde bir gece ve buranın zabıtasında da açık olarak bir gece kalan Meyve Risalesi ile
Müdafaaname'yi, hergün endişeler içinde, bunları da
elimden almasınlar diye saklıyordum.
Belki beni taharri edecekler telaşı ile, bu gurbette tanımadığım
sh: »
(E: 12)
adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.
İkincisi: Denizli Mahkemesi hiç ilişmediği ve Eskişehir Mahkemesi yalnız bir
tek kelimesine ilişip, birtek harfle cevabını alan İhtiyarlar Risalesi'ni, İstanbul'lu
bir adam, burada bir adamdan alıp İstanbul'a götürmüş. Her nasılsa aleyhimdeki bir dinsizin eline geçmiş. Habbeyi on kubbe yaparak vilayet zabıtasını şaşırtıp, "Kiminle görüşüyor, yanına kimler gidiyor?" diye beni sıkmağa başladılar. Her ne ise.. bunlar gibi çok acı nümuneler var. Fakat en manasızı budur ki; beni konuşturmamak için, hizmetimde bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka herkesi ürkütüp, benden kaçırtmalarıdır. Ben de derim:
On adamın benden çekinmeleri yerine; onbinler, belki yüzbinler Müslüman, Risale-i
Nur'un dersine hiçbir manie ehemmiyet vermeyerek devam ediyorlar. Hem bu
memlekette, hem hariç âlem-i İslâm'da çok kuvvetli hakikatları ve çok kıymetli faideleri için tam bir revaç ile intişar eden Risale-i Nur'un binler nüshalarından
herbiri, benim yerimde benden mükemmel konuşuyor.
Benim susmamla, onlar susmaz ve susturulmazlar.
Hem
madem mahkemece isbat edilmiş ki; yirmi seneden beri siyasetle alâkamı kestiğim ve hiçbir emare aksine zuhur etmediği halde, elbette benimle görüşenden tevehhüm etmek pek manasızdır. (Haşiye)
_________________________________
(Haşiye): Garib ve acib bir hâdise: Bu ayda bir gün avluya indim, baktım. Gelen kar üstünde, Risale-i Nur'un eczalarında
tevafukatına işaret eden boyalar, kırmızı-sarı mürekkebler misillü, o karın
üstünde serpilmiş katreler ve noktalar var. Çok
hayret ettim. Sair yerlere baktım, avlumdan başka
yerlerde yoktu. Endişe ettim, kalben dedim: Risale-i Nur umum memleketle,
belki Kur'an hesabına küre-i arzla o derece alâkadardır ki, onun başına gelen beladan, musibetten bulutlar dahi kan ağlıyorlar. Bir-iki adam çağırdım, onlar da hayret ettiler. Benim endişe ve
telaşımı gören hane sahibinin biraderzadesi Mehmed Efendi zannetti
ki, ben karın çokluğundan yolu kapamasından telaş ediyorum. Ben yukarı çıktıktan sonra, yolu açmak için o karı iki tarafa atıp o işaretli manidar kırmızı-sarı hâdise-i cevviyeyi kapatmıştı. Ona dedim: Kapatmasaydın daha iyi idi. Aynı günde,
Risale-i Nur aleyhinde üç hâdise zuhur eyledi:
Birincisi:
Afyon Adliyesiyle buradaki zabıta çavuşluğudur. Kitablarımın iadesine dair müracaatıma mukabil, "Daha temyizden tasdik gelmediğinden karışmayız" diye o cihetten benim ümidimi kırdı.
İkincisi: Aynı günde, benim ahvalimi tecessüs etmek için mahsus bir
polisi, Afyon gönderdiğini öğrendik.
Üçüncüsü: Aynı günde, İstanbul'da bir münafık İhtiyar Risalesi'ni bahane ederek aleyhimizde propaganda etmiş, adliyeye aksettirmiş.
Bu gibi
hâdiselerden müştaklar çekinmeye başladılar. Ben de لِكُلِّ مُصِيبَةٍ قَالُوا اِنَّا لِلّهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
dedim, "Hasbünallahü ve ni'melvekil" siperine girdim.
* * *
sh: »
(E: 13)
''KENDİ KENDİME HASBİHAL'' NAMINDAKİ PARÇAYA LÂHİKA OLARAK ADLİYE VEKİLİYLE VE RİSALE-İ NUR'LA ALAKADAR MAHKEMELERİN HAKİMLERİYLE BİR HASBİHALDİR.
Efendiler!
Siz, ne için sebebsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz! Kat'iyen size haber veriyorum ki: Ben ve
Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek
dahi vazifemizin haricindedir. Çünki Risale-i Nur ve hakikî şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gayet büyük bir hizmet ve
onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmağa çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde
toprak olmağa yüz tutanları
alâkadar etmemek gerektir.
Evet
hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece
lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça,
namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr,
kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz!..
Bin seneden beri
bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla
Kur'anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve
vataniye bildiğimizden; bu zamanın
insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.
Evet
efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi rıza-yı İlahî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin
ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli
bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünki bir müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir
müslim; dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.
sh: »
(E: 14)
Evet
eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde
ellisi meydanda varken ve an'anat-ı milliye
ve İslâmiyeye karşı yüzde
elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi' olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi
ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve
bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyen men'ettiği gibi; Risale-i Nur'u, hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.
Madem
hakikat budur, adliyelerin değil beni ve onları itham
etmek; belki Risale-i Nur'u ve şakirdlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünki onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakikî
düşmanları Risale-i Nur'a hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevkediyorlar. Küçücük iki nümunesini beyan ediyorum:
Ezcümle:
Hapisteki arkadaşlarımdan, selâm-kelâmdan ibaret ve Arabî bir risalemin fiatı olan on banknotu, buradaki bir adama gönderip;
tâ Isparta'da tab' masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diyen mektubu
yüzünden; hem adliye, hem hükûmet bana sıkıntılar verip, hem vasıta olan
adamı taharri etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu, hem altı ay zarfında bir tek âdi muhabereyi bu kadar büyük bir mes'ele
suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine,
haysiyetine yakışmaz.
İkinci Nümune: Benim gibi garib, ihtiyar ve zaîf ve beraet etmiş bir misafire, herkesi hattâ hizmetçilerini resmen propaganda ile ondan
ürkütmek, kendini perişan bir vaziyete sokmak bu vilayetteki hükûmetin hamiyet-i
milliyesine yakışmadığından, sinek kanadı kadar
mevhum bir zarara dağ gibi ehemmiyet verip aleyhimde resmen propaganda yapmak,
"Kimin ile görüşüyor ve yanına kim gidiyor?" diye herkese bir telaş vermek.. hükûmetin hikmeti ve hâkimiyeti, bu acib halete elbette tenezzül
etmemek gerektir. Her ne ise... Bu iki madde gibi, muttali olanlara hayret
veren çok maddeler var.
Efendiler!
Dalalet ve fenalıklar
cehaletten gelse, def'etmesi kolaydır. Fakat
fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşkildir.
Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için,
ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtîden o belaya düşen kısmını kurtarmağa, karşılarında dayanmağa Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur'un bu kıymette
olduğuna delil şudur ki: Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve
sh: »
(E: 15)
şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur'a karşı çıkmamış ve cerhedememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükûmet ehl-i vukufu, yüz
kitabdan ibaret eczalarında, bizi mes'ul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat olan Risale-i Nur şakirdlerine kanaat-ı kat'iye veren, "İşarat-ı Kur'aniye" ve "İhbarat-ı Gaybiye-i Aleviye ve Gavsiye"nin, bu asırda Risale-i Nur'un ehemmiyetine ve makbuliyetine imza basmalarıdır.
Evet
adliyeler hukukları muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle; Risale-i Nur'un yüz
risalesi, yirmi senede yüzbin adamın
saadetlerine hizmet ettiği sabit olmakla beraber; on seneden beri, iki mahkeme ve
merkez-i hükûmet ve birkaç vilayetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-ı mahrem evraklarımızda ve risalelerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mûcib-i ceza bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur'un bu vatanda gayet küllî ve
büyük hukuku var. Bu küllî ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp, âdi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç
bîçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve âdi bir adamın cüz'î ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak; adliyenin mahiyetine ve
adaletin hakikatına hiçbir cihetle yakışmaz,
diye size hatırlatıyoruz.
Doktor
Duzi'nin vesair zındıkların eserlerine ilişmemek,
Risale-i Nur'a ilişmek, gazab-ı İlahînin celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz.
Cenab-ı Hak size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan eylesin. Âmîn!
Gayr-ı resmî,
fakat dehşetli bir
tecrid-i mutlakta
SAİD NURSİ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
وَ
شَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ emriyle, kardeşlerimle bir meşverete muhtacım.
Aziz
sıddık kardeşlerim!
Şimdi
bir emr-i vâki' karşısında
bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk
banknot, hem yeniden benim için bir hane
sh: »
(E: 16)
(mobilyasıyla
beraber ve istediğim tarzda) yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım,
bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de bir-iki sene maaşı
kabul ettim, fakat o parayı kitablarımın tab'ına sarfederek ve ekserini meccanen millete verip, milletin malını yine millete iade ettim. Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur'a zarar gelmemek için kabul
etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat'iye derecesinde kendime yalnız az bir parça sarfedeceğim.
İşittim ki; eğer reddetsem onlar, hususan
lehimde iaşem için çalışanlar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: "Bu adam başka yerden iaşe ediliyor." O bedbahtlar,
iktisadın hârikulâde bereketini
bilmiyorlar ve iki günde beş kuruşluk ekmek bana kâfi geldiğini görmemişler ki, bütün bütün asılsız bir evhama kapılıyorlar. Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek; ve bu zamandan haber verip tama' ve maaş yüzünden bid'alara giren ve ihlası kaybeden
âlimleri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahü Anh dahi benden küsecek
ihtimali var; ve Risale-i Nur'un hakikî ve safi olan ihlası beni de ihlassızlıkla
ittiham etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahayyürde kaldım. Ben işittim ki; eğer kabul etmesem, beni daha ziyade sıkacaklar
ve belki Risale-i Nur'un tam serbestiyetine ilişecekler.
Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tekliflerine mecbur etmek için imiş.
Madem hal böyledir. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle, zaruret derecesinde olsa, inşâallah zarar vermez. Fakat ben reddettim; re'yinize havale ediyorum.
Aziz
kardeşlerim! Beni merak etmeyiniz. Ben her zahmette bir
eser-i rahmet ve bir lem'a-i inayet gördüğümden, sıkılmıyorum. Sizin gayret ve ciddiyetiniz ve yardımınız,
her sıkıntıyı izale eder, daimî sürur verir.
Burada,
Abdülmecid kardeşim hükmünde ve hanedanı da benim hanedanım olması cihetiyle en çalışkan ve fedakâr Mustafa Acet, hem
küçücük bir Hüsrev, hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylân namında çok çalışkan bir çocuk, Risale-i Nur'a tam
hizmet ediyor.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Size
melaikeye ait "Meyveler"in bir parçasını daha gönderdim. Mahkeme reisi, kitablarımı bana vereceğini söylemesi üzerine, De
sh: »
(E: 17)
nizli'ye iki vekaletname gönderdim. Burada bana şiddetli bir tecrid ve tazyik
verildiğine merak etmeyiniz; inayet-i
Rabbaniye devam ediyor.
Medar-ı ibrettir ki, burada Risale-i Nur serbest okunup yazılırken -hilaf-ı âdet- başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risale-i Nur'a hücum edildi, yazdırılmadı, ta'til oldu; gayet şiddetli bir kış başladığı
gibi, Afyon'a şekva suretinde yazılan hasbihal ve zelzeleleri Risale-i Nur'un ta'tiliyle münasebetdar gösterdiği cihetini inanmayanlara güya
inandırmak için aynı
taarruz zamanında başlayıp şimdiye
kadar arasıra hafifçe sarsar, ikaz ediyor
diye işittim.
Hem
ne vakit Risale-i Nur'a ilişilmişse, bir nevi umumî korku başlamış görüyoruz. Demek bu vatanın belalardan muhafazası için Risale-i Nur bir kat'î
vesiledir. Madem böyledir, millet ve vatanı sevenler Risale-i Nur'u serbest bıraksınlar ve okusunlar ve okutsunlar.
İaşe için tahsisatlarından, yalnız masraf borçları vermek için bir tek defa sekiz günlük tayinatı kabul ettim, daha istemem dedim.
* * *
Aziz,
sıddık tam metin kardeşlerim!
Şehid
merhumun berzahta okumasıyla mesrurane meşgul olduğu
Nur Risaleleri'ni dünyada kendi yerinde çalışmak ve beni de çalıştırmak
için yazılmışlar
gibi tam vaktinde yetişti ve Medrese-i Yusufiye'nin üç
tatlı meyvesini ve Kur'anın
kudsî ve Firdevsî binler meyveler veren üç hizbini beraber getirdi.
İki kahraman mübarek, yazdıkları güzel iki Meyvelerinin tarzında
ve kıt'asında Onbirinci Mes'elesini dahi
yazıp dört-beş nüsha Hizb-i Nuriye varsa ve beş-altı Hizb-i Kur'aniye ile beraber gönderilse
münasibdir. Ve Hüsrev'in fıkrası, Onbirinci Mes'elenin âhirinde kaydedilsin. Size bu defa Âyet-ül Kürsî'nin arkadaşı ve tetimmesi iki-üç âyetin bir
nükte-i i'caziyelerine dair bir parça gönderdim;
daha tamamlamağa bir ihtar almadım, noksan kaldı; pek acelelikle yazıldı. Ehemmiyetli sırlar göründü, fakat dünyaya bakmamak
için tamam ve açık yazdırılmadı. Eğer hoşunuza gitse, Onbirinci Mes'elenin Haşiyesinin
bir lâhikası olarak kaydedersiniz ve İ'caz-ı Kur'an Risalesi'nin zeyillerinde
hem El-Felak nüktesini, hem bunu yazarsınız.
Kardeşlerim! Hiç merak etmeyiniz. Kat'î kanaatım
geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir
hizmette ve ihtiyar ve ik
sh: »
(E: 18)
tidarımız
haricinde bir dest-i gaybî tarafından istihdam ediliyoruz. Çok defa عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrına mazhar oluyoruz. Bu çalışmada zahmet pek az, ücret pek çok.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Sizin
gayet mübarek ve Cennet meyveleri gibi şirin
hediyelerinizi ve Denizli cihetindeki beşaretinizi
aldım. Şimdi bu dakikada pek çok işler beni uzun konuşturmayacak, kısa kesmeye mecbur oldum. Çünki hediyeyi getiren çabuk
gidecek diye acele yazdım.
Evvelâ:
Son parçada, başta بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى 1344 sehivdir. Eğer okunmayan iki hemze ve medde
sayılmazlarsa sehiv değil;
hem çok manidardır. Doğrusu 1347'dir ki, parçanın âhirinde tekrar doğru yazılmış. Hem
bâki kalan kısmı hem
ehemmiyetli, hem dünyaya baktığı için ve "Alak"taki اِنَّ
اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى o parçadaki taguta baktığından şimdilik yazdırılmadı.
Ve
sâniyen: Fihriste'de Âyet-i Hasbiye olan "Dördüncü Şua"ın fihristesi, "İhtiyar Lem'ası"nın Ondördüncü Ricası yerinde yazılsın.
Hakikaten münasib görünüyor, tam bir ricadır.
Sâlisen:
Yirmisekizinci Lem'anın Yirmisekizinci Nüktesinin aynı (fihristesi değil), Onbeşinci Söz'ün âhirinde yazılsın. Çünki
ikisi aynı hakikatten bahsediyor.
Râbian:
Merhum Hâfız Ali'nin Lem'alarını tashih ettim. Yakında inşâallah gönderilecek.
Bugünlerde
mübarek kahramanların Firdevsî ve Yusufî meyvelerini
tashih ederken o risale bana o derece kuvvetli ve kıymetli göründü ki, bağırarak dedim: Bütün çektiğimiz hapis sıkıntıları yüz misli ziyade olsa da, yine bu Meyve Risalesi, yüz derece daha fazla
iş görmüş. En muannidleri de
imana getirerek geniş
dairelerde kendini zevkle okutturuyor.
Ey bana sıkıntı veren bedbahtlar! Bana ne yaparsanız yapınız, beş para vermem. Başımıza ne gelse ucuzdur, ayn-ı inayettir ve mahz-ı
rahmettir, diye tam teselli buldum.
Umum
Risale-i Nur talebelerine selâm ve selâmetlerine dua ederiz.
Said Nursî
* * *
sh: »
(E: 19)
BU
İSTİDA, ÜÇ MAKAMATA GÖNDERİLMİŞTİR. ORADAKİ KARDEŞLERİME BİR ME'HAZ OLMAK İÇİN GÖNDERİLDİ.
Yirmi
seneden beri sabredip sükût eden bir mazlumun şekvasını dinlemenizi istiyorum. Hürriyetin en geniş suretini veren Cumhuriyet Hükûmetinde herbir hürriyetten men'edilmekle
beraber, düşmanlarım benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni
eziyorlar. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden
Cumhuriyet Hükûmeti, ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak
demesin. Çünki resmen, perde altında her
muhabereden men'im için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren birtek çocuktan başka kimse ile beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım fırsat bulup, tam Mahkeme-i Temyiz'in beraetimizi tasdik
ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun tahsin ettikleri kitablarımı almayı beklerken; o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir-iki mahrem risalelerimi verdirip, sonra
meslekçe benim aleyhimde bir-iki ehl-i vukufun eline geçirip, aleyhimde fena
bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve
tahammülüm kalmadı.
Ben Hükûmet-i
Cumhuriyenin bütün erkânlarına, belki dünyaya ilân ediyorum ki: Kur'an-ı Hakîm'in sırr-ı hakikatıyla ve i'cazının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur'un proğramımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî
ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir. İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf heyetinin ve üç
mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsiyeden başka, kasdî olarak dünyaya, idareye, asayişe
dokunacak ciheti olmadığına, yirmi senelik hayatım ve
yüzotuz Risale-i Nur meydanda cerhedilmez bir hüccettir.
Evet mahkemece
dava ettiğim ve benimle münasebetdar bütün dostlarımın tasdiki altında,
yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan, dinlemeyen ve bu kadar muhtaç olduğu halde istirahatı için hiç müracaat etmeyen ve on seneden beri hükûmetin
erkânlarını -birkaçı müstesna olarak- bilmeyen ve dört seneden beri dünya harbinden ve hâdisatından hiç
haber almayan ve merak etmeyen bu bîçare mazlum Said, hiç imkânı var mı ki, ehl-i siyasetle
sh: »
(E: 20)
uğraşsın ve idareye ilişsin ve
asayişin ihlâline meyli bulunsun? Eğer zerre mikdar bulunsaydı; "Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?" diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulûl edecekti.
En elîm cüz'î
bir hâdise şudur ki: "Bir tecrid-i mutlak içinde her muhabereden
kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane
bulunuz ki; beni hapse alsınlar, bu azabdan kurtulayım"
diye bazı dostlarıma bir gizli mektub elden göndermiştim. Tâ, benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet zînetli bir surette
tezyin edilmiş Risale-i Nur'dan, Denizli'de mahkemede bulunan kitablarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan birtek adam beni
müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp,
hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.
Beni
hapislere sokan muarızlarımın bir bahaneleri de -o mahkemede ondan beraet kazandığım- "tarîkatçılık"tır. Halbuki Risale-i Nur'da daima dava edip demişim: "Zaman tarîkat zamanı değil, belki imanı
kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız Cennet'e gidenler çoktur, imansız Cennet'e giden yoktur." diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem olacak? Bu
yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki; çıksın desin: "Bana tarîkat dersi vermiş."
Ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar.
Yalnız eskiden yazdığım
tarîkatların hakikatlarını ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki, bir ders-i hakikattır ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarîkat dersi değildir. Hürriyet-i vicdanı esas tutan Hükûmet-i Cumhuriyenin, elbette bu milletin
milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikata ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikîyi galibane felsefeye karşı isbat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir
vazifesidir. Yoksa o zaîf hâdimin ellerini bağlayıp, binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle o cumhuriyetin düsturları müsaade etmez. Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvamı yazdım. Evet حَسْبُنَااللَّهُ
وَنِعْمَ اْلوَكِيلُHasbünallahü ve ni'melvekil" derim.
* * *
(HEYET-İ VEKİLE'YE VE MİLLETVEKİLLERİ RİYASETİNE
CÜZ'خ FAKAT EHEMMİYETLİ BİR MARUZATIMDIR.)
Otuz
seneden beri hayat-ı siyasiyeden çekildiğim
halde, bu
sh: » (E: 21)
sırada bir defaya mahsus olarak, vatanî ve millî ve asayişî bir mes'eleyi beyan ediyorum.
Şöyle ki:
Çok emarelerle kat'î kanaatımız geldi ki; anarşilik
hesabına bana ve bu Emirdağ kasabasına ve dolayısıyla bu vatana bir sû'-i kasd var ki, bir habbeyi kubbeler
ve bir sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir hâdiseyi dağ gibi gösterip, sükûnete muhtaç olan bu vatanda beni bahane edip,
anarşilik hesabına ve bir ecnebi plânıyla
bize, yani bîçare vatandaşlarımızı idam-ı ebedîden ve şübehat-ı uhreviyeden kurtarmağa çalışan Nur şakirdlerine, bütün bütün kanunsuz ve keyfî hücum edildi.
Pek zâhir bir garaz ile, evham yüzünden, baruta ateş atmak gibi, bu vatana ve asayişe beni
bahane edip sû'-i kasd edildi. Şöyle ki:
Üç mahkeme, yirmi senelik mektublarımı ve kitablarımı ve hallerimi inceden inceye tedkikten sonra, bize ve
kitablarıma beraet verdiği halde;
ve üç seneden beri te'lifatı terkettiğim ve haftada ancak bir mektub yazabildiğim ve mecbur olmadan herbiri bir gün nöbetle
zarurî hizmetimi yapan üç-dört terzi çırağından başka kimseyi kabul etmediğim halde
ve serbestiyet verildiği ve memleketime gitmediğim
halde, hiç ömrümde görmediğim bir tarzda ve resmî bir surette beni hiddete getirip
bir hâdise çıkarmak için, tahkir ve ihanet kasdıyla, kanunsuz ve garazla, beni taharri ile kapımın kilidini kırıp, Kur'anımı ve Arabî levhalarımı evrak-ı muzırra gibi alıp götürmekle beraber, adliyenin mühim bir memuru, resmen
buradaki memurlara âmirane demiş ki: "Said'i iki jandarma ile teşhir suretinde çıkarıp, zorla başına şapka giydirip, öylece
ifadeye getirmeli idiniz. Hem ona yanaşanları tutunuz." diye, ehemmiyetli bir mecliste ve ayn-ı hakikat olan ifademi okudukları vakit söylemiş. Bunda şekk ve şübhe kalmadı ki; beni tahkir ve ihanet edip, hiddete getirip, asayişi bozmak garazı takib ediliyor. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve
onlardan belaların def'ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan
eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı
tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine,
hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve
bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım.
İşte sinek kanadını dağ gibi yaptıklarının bir emaresi şu ki;
benim gibi gurbette, hasta, ihtiyar, zaîf, tek başına
bulunduğum
sh: » (E: 22)
halde on gün zarfında beş defa Afyon Valisi ve Emniyet Müdürü ve iki defa Afyon
Müddeiumumîsi benim için buraya gelmesi ve iki günde, her bir günde beş tayyare benim gezdiğim yerlerde beni nezaret altına alması ve beş polis hafiyesinin burada bana tarassud edenlere ilâve
edilip, ahvalimi tecessüs etmek için gönderilmesi
ve postahanelere, bana ait mektubların
müsaderesi için resmen emir verilmesi gösteriyor
ki, Şeyh Said ve Menemen hâdisesinin on misli bir hâdiseyi evhamla düşünmüşler. Habbeyi kubbe söylemişler ki, böyle bir vaziyet alıyorlar.
Benim eski hayatımı zannedip, ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilakis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî tesisine
çalışıyoruz. Bize ilişenler,
anarşilik ve belki komünistliğe zemin
ihzar ediyorlar.
Evet eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir
hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf
âhiret ve ölümün idam-ı ebedîsinden müslümanları
kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler
gibi sırf dünyaya ve menfî siyasete çalışmak olsaydı, on Menemen, on Şeyh Said Hâdisesi gibi bir hâdiseye, o
anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.
Hem üç
mahkeme ve yirmi senede kaç vilayetin zabıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri
ve mazuriyetim ve inzivama binaen, tebdil-i kıyafetime
hiçbir ihtar olmadığı halde, böyle keyfî, kanunsuz, cebren, ahali içinde başıma şapkayı giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman-ı tahkikî
dersinde kardeşane alâkadar olan yüzbinler adam, pek büyük bir heyecan
içinde zemini hiddete getirip, emsalsiz ağlamağa vesile olacaktı.
Zâten
ecnebi parmağıyla, güya hakkımda
teveccüh-ü ammeyi kırmak fikriyle damarlarıma
dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr maksad için yapıldığına, çok emarelerle kat'î kanaatımız geldi. Fakat Cenab-ı Hakk'a
hadsiz şükür olsun ki; benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış,
hürmetten, teveccüh-ü âmmeden kaçmış ve şân ü şeref ve hodfüruşluk gibi
riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir
vaziyette iken, bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenab-ı Hakk'a havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden
eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp, hakikaten acıyorum.
Ya Rabbî, onların imanını Risale-i Nur'la kurtar! İdam-ı ebedîden, sırr-ı Kur'anla terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum!
Said Nursî
* * *
sh: »
(E: 23)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
(ANA HİZMET
EDEN KÜÇÜCÜK BİR RİSALE-İ NUR TALEBESİNİN ÇOKLAR NAMINA SORDUĞU SUALİNE CEVABDIR.)
Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi,
faidesiz kaldı; iki-üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?
Elcevab:
Yağmursuzluk, bu çeşit dua
ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasılki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve
duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faidesi, uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksadlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ: Akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de: Bu nevi ibadet, yağmuru
getirmek için kılınsa, yanlış olur. Yağmuru vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık, onun
vazifesine karışmayız. Gerçi yağmur namazının zâhir neticesi yağmurun
gelmesidir, fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayinini veren,
babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayinini ve yemeğini
veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda
bulunduran bir zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da -daima aç olduğu vakit validesine yalvarmağa alışmışken- o yağmur duasında küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir
hane gibi idare eden bir zât; hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faidesi olmaz. Öyle ise
ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir
çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.
Birinci
Nokta: Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiatı, şükürdür. Biz, şükrü hakkıyla vermedik. Evet rahmetin fiatını şükürle vermediğimiz
gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celbediyoruz.
Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile
nev'-i beşer, tam tokada kendini müstehak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.
İkinci Nokta: Hadîste var ki: "Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva
ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur
kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır" derler. Evet bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki; rahmet is
sh: » (E: 24)
temeye yüzümüz kalmıyor;
masum hayvanlar da azab çekerler.
Üçüncü Nokta: Âyette vardır: Öyle musibetten kaçınız ki; geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da
içinde yanar." Çünki musibet-i âmmeden masumlar hârika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünki din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar,
aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahü Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i
âmmede masumlar da bela çekerler.
Dördüncü Nokta: Şimdi malda ve rızıkta hileler ile, sû'-i istimal ile, rüşvetle
çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahib olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstehak ise,
ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulüm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.
Beşinci Nokta: Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine belaların def'ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def'ediyor, onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev'inde semavî ve arzî belaların def'ine çok emareler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur'anın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve
yazmasını ve intişarını men'etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve
Anadolu'da ekser okunması, İkinci Harb-i Umumî'nin Anadolu'ya girmemesine bir vesile
olduğu Sure-i وَ الْعَصْرِ işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur'un beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle
Risale-i Nur'un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men'edilmesi ve mahkemedeki
risalelerin sahiblerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men'etmeleri cihetiyle, belaların
def'ine vesile olan bu küllî sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.
Altıncı Nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azabdır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane
yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tövbe ve
istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid'alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda
dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle
mukabele etmektir.
Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların
ekseri, -kısm-ı azamı- tövbe ve nedamet ve istiğfar
etmekle def'olur.
Biz
Risale-i Nur şakirdleri dünyaya çok ehemmiyet verme
sh: » (E: 25)
diğimizden, dünyaya yalnız
Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte Denizli'de mahkemeye verilen cüz'î bir kısım Risale-i Nur, sahiblerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zâtlar yazmağa başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta
bir derece rahmet yağdı, fakat Risale-i Nur'un serbestiyeti cüz'î olmasından, rahmet dahi cüz'î kaldı. İnşâallah yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve
intişarı küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Hizb-ül
Kur'an-ül Muazzam'ın hem fevkalâde ehemmiyeti, hem faideleri; hem okumasında hiçbir vesvesenin gelmemesi, hem bütün Kur'an'ın en sevablı âyetlerinin ihtivası, hem
Risale-i Nuriye'nin bütün esaslarını ve hakikatlarını cem'etmesi, hem herkese, hususan her vakit bütün Kur'anı okumağa fırsat bulamayan ve hâfız
olmayanlara tamam Kur'anın bir nümune-i kudsîsi; hem tamam Kur'anın tevafuklu tab'ında bir misal-i musaggarı ve
müjdecisi; hem maddî ve lafzî ve manevî parlak bir i'caz göstermesi gibi, pek çok hasiyetleri var ve bu şuhur-u
mübarekedeki pek çok bereketlere ve nurlara ve sevablara medardır ve onun tab'ına ve neşrine çalışmışlara çok büyük hayırlar
kazandırır. Risale-i Nur'un iki parlak ve kudsî istinad noktası ve âb-ı hayat çeşmesi olan شَهِدَ اللّهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ
وَاْلمَلاَئِكَةُ âyetiyle قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ
âyeti, her nasılsa sehven Sure-i Âl-i İmran'dan alınan âyetlerde yazılmamışlar. O iki âyeti de yazıp içine koyunuz. Bugünlerde onikinci sahifeyi okurken
birden اِنَّ
اْلمُنَافِقِينَ فِى الدَّرْكِ اْلاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ âyeti gözüme ilişti. Mâkabline baktım وَمَنْ
اَحْسَنُ دِينًا ِممَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ ilâ âhir gördüm. Arka sahifesine baktım, gördüm ki; Risale-i Nur'a işaret
eden dört âyet var ve onlar Birinci Şua'da izah edilmiş. Kalbime geldi: Herhalde bu dehşetli
âyet, bu dehşetli ve zulümatlı ve
nifakı kuvvetli asrımıza da hususî bakar. Dikkat ettim, kanaatım
sh: » (E: 26)
geldi. Bir emaresi şudur ki:
اِنَّ
اْلمُنَافِقِينَ فِى الدَّرْكِ اْلاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ cifir ve ebced
hesabıyla, tam tamına nifakın dört mertebesinin tarihlerine tevafuk ile parmak basıyor. Şöyle ki:
Şeddeler
sayılır, eğer okunmayan hemzeler ve فِى deki okunmayan
ى
sayılmazsa, tam tamına 1362
ederek bu seneye parmak basar. Eğer مِنَ النَّارِ deki şedde bir nun bir lâm-ı aslî hesab olsa 1342 ederek Birinci Harb-i Umumî'nin dehşetli nifakları netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir. Eğer şedde iki nun sayılsa,
okunmayan hemzeler ve ى de sayılsa 1376
ederek, bu zulümatlı nifakın sukut mertebesine ve çok âyetlerde "Nur" ile
karşılaştırılan الظُّلُمَاتِ kelimesinin
makam-ı cifrîsi olan 1372'ye dört
farkla tevafuk ederek haber verir. Eğer
okunmayanlar sayılsa ve النَّارِ daki şedde lâm-ı aslî olsa, tam tamına 1306
ederek küfür ve nifakın dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar gördüm. Evet, iki "ra" 400; üç "fa" , iki "lâm"
300; bir "kaf" , iki şeddeli "nun" lar 300; bir "mim" bir
"sin" 100; diğer "mim", bir "ye", bir
"nun" o da 100, iki "nun" o da 100; yekûnu 1300. Bir
"lâm", bir "kef" 50, şeddeli
"dal" 8 ve iki medde, iki hemze 4; mecmuu 1362 eder. Öteki üç adedi de kıyas edilsin.
Hem
onikinci ve onüçüncü sahifelere dikkatle baktım, gördüm ki: Risale-i Nur'a ve şakirdlerine ve muarızlarına o derece mutabık geliyor ki; değil yalnız bir mana-yı işarî ile bir remizdir; belki bu asra bakan mana-yı sarihiyle hususî bakar, küllî manasına
mümtaz bir ferd olarak dâhil eder diye kat'î anladım, hadsiz şükrettim. Bu hizmet-i nuriyede şimdiye kadar başımıza gelen belalar yüz derece ziyade olsa yine ucuzdur; biz
kazanıyoruz. O belalar, ehemmiyetsiz fâni şişelerimizi ve cam parçalarımızı kırmalarıyla, bâki ve uhrevî elmasları bize kazandırıyorlar diye sabır içinde
şükretmeliyiz ve sevinmeliyiz bildim.
Hem beni
bu sekizinci defadaki zehirlendirmeleri dahi yine akîm kaldığını size beşaret veriyorum. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ
sh: » (E: 27)
Gavs-ı Azam'ın teminatı, yine tahakkuk eyledi.
Umum
kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını bu mübarek şuhur-u
selâsede isterim.
Ve daire-i nuriyede kesretli bulunan masumların ve elleri boş dönmeyen mübarek ihtiyarların
masumane dualarını bütün ruhumla arzu eden kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Aziz
kardeşlerim!
Size iki
puslayı Leyle-i Regaib'den altı saat
evvel yazdım. "Hizb-ün Nuriye" kâğıd ile teslimden sonra, kat'iyen benim kanaatimde bir nevi mu'cize-i
Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok
duaların akîm kaldığı ve herkes me'yusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken,
birden Leyle-i Regaib -bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği- üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i
ra'dın yüksek ve şiddetli
tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki; en muannide dahi Leyle-i Regaib'in kudsiyetini ve Hazret-i Risalet'in
bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten lil'âlemîn olduğunu isbat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi. Acaba, dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda
hissesi var mı, merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i
Nur bir vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet îma eder ki, her halde ehemmiyetli bir
fütuhatı perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. Hem burada "Lem'alar"ın verdiği iştiyak cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşâallah bir nevi makbul dua hükmüne geçti.
* * *
sh: » (E: 28)
Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim ve vârislerim!
Bana karşı şimdiki tazyikatın üç sebebi var:
Birincisi:
Heyet-i Vekile'nin kararıyla, iaşem için her gün iki buçuk banknot ve sair masraflar için
de bir tahsisat ve istediğim tarzda bir haneyi inşa edip
bana vermek hakkında buraya emir gelmişti. Ben
de kabul etmedim. Yalnız yol masrafı için
Denizli'de sevkiyatım için verilen bir kısmı kabul ettim. Onlar da kızdılar, tarassuda başladılar.
İkinci Sebeb: Denizli havalisindeki ahali Risale-i Nur hesabına bana karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü teveccüh göstermesiyle ve buralarda dahi aynı hal başlaması, garazkârların evhamına dokunmasıdır.
Üçüncüsü: Malûm ölmüş adamın hesabına benden intikamını almak için Afyon Valisinin garazkârane bahaneleridir. Fakat kader-i İlahî, onların bu zulümlerini hakkımızda merhametlere ve maslahatlara çeviriyor. Siz merak etmeyiniz. Bir
maslahat şudur ki: Onlar, yalnız
Risale-i Nur yerinde beni susturuyorlar. Halbuki benim bedelime Risale-i Nur
yüzer dillerle ve şakirdleri binler lisanlarıyla
mükemmel konuşuyorlar; bu Nurları,
zulmetli kafalara ders veriyorlar. En büyük memurların onlara gönderilen Risale-i Nur'un müdafaası olan "Meyve"nin tesiriyle başka
risaleleri de -bilhassa "Hüccetullah-il Baliga Mecmuası"nı kemal-i merakla tedkik etmeğe başlamaları, onların inadlarını kırdığına çok emareler var.
Evet nasılki onlar şahsımla meşgul olmaları Risale-i Nur'un bir derece serbestiyetine ve intişarına faidedir, öyle de
kardeşlerimle görüştürmemek dahi ehemmiyetli bir maslahattır. Hattâ bir defa görüşmek için yüz lirasını sarfedip buraya kadar gelen bir kardeşimizin görüşmeden geri gitmesi; tam bir maslahat oldu. Eğer kapı açılsa, her taraftan ziyaretçi tehacümüyle hem garazkâr ve vehhamların evhamına dokunmak ihtimali, hem sırr-ı ihlasa ve mesleğimiz olan prensibimize zararı bulunması cihetiyle bu tecridim, hakkımızda bir inayettir.
Bu şuhur-u mübarekede kazanç bire yüzdür. Mübarek kardeşlerim ricalen ve nisaen ve masumlar ve muhterem ihtiyarlar dualarıyla bize yardım etmelerine pek ziyade ihtiyacımız var. İnşâallah daha hiçbir fırtına sizleri sarsmayacak, çelik gibi metanetiniz kırılmayacak.
* * *
sh: » (E: 29)
ِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ
بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Hem
manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır.]
Sual:
Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli
cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men' ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine
girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab:
Bu alâkasızlık ve içtinabın en
ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi men'ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir
nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i
kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların
kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye
dayanmaktır.
İçtinabımızın çok sebeblerinden bir sebebi de; Risale-i Nur'un dört esasından birisi olan "şefkat etmek",
zulüm ve zarar etmemektir. Çünki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
Yani "Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr
olmaz; cezaya müstehak olmaz" olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفّارٌ
sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle,
bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi
adavet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların
yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için
zararlara sokar. Meselâ: Hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve
masum çoluk-çocukları ezmek, perişan
etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar.
Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad-ı dinîde
olsa, kâfirlerin
sh: » (E: 30)
çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar, onları kendi
mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa; çoluk-çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet'le ve cemaat-ı İslâmiye
ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi
ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi' ve
alâkadar
olmasından, cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.
Umum
kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Mi'racınızı tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim'in,
Re'fet Bey gibi müteallikatlarına benim tarafımdan
ta'ziye edip, deyiniz ki: "O merhum, Risale-i Nur talebeleri dairesi
içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz
de hususî ona dua ederiz."
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sual:
"Tevafukla bu keramet nasıl kat'î sabit oluyor?" diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevabdır.
Elcevab:
Bir şeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki; onda bir kasd
var; bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve
bilhassa tevafuk birkaç cihette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa yüz ihtimal içinde iki şeye
mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebetdar olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih bir delalet hükmüne geçer ki; bir kasd ve irade ile ve bir
maksad için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.
İşte bu mes'ele-i Mi'raciye de aynen böyle
oldu. Doksandokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi'raca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve
ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Mi'raciye Risalesi'nin burada çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabet ve neşrine
rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle birkaç cihette tevafuk etmesi
ve mevsimi olmadığı için acib gürültülerle, söylenmeyecek
maddî manevî zemin gürültüleriyle feryadlarına
tehdidkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın me'yusiyetinden teselli aramalarına ve
dalaletin savletinden gelen vesvese ve za'fiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi
şeair-i İslâmiyeye karşı
hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak, kâinat bu gecelere hürmet eder,
neden siz etmiyorsunuz? diye manasında,
kesretli rahmetle şeair-i İslâmiyeye karşı, hattâ
semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle
tevafuk
sh: » (E: 31)
etmesi, zerre mikdar insafı olan
bilir ki; bu işde hususî bir kasd ve irade ve ehl-i imana hususî bir
inayet ve merhamettir, hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz. Demek hakikat-ı Mi'rac, bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) ve keramet-i kübrası olduğu ve Mi'rac merdiveni ile göklere çıkması ile Zât-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi; bu seneki Mi'rac da zemine ve bu memleket
ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
İşarat-ı Gaybiye-i Gavsiye ve Aleviye'de, altmışdörtte Risale-i Nur te'lifçe tamam olur. Demek o tarihten
sonra, yalnız izahat ve haşiyeler
ve tetimmeler olacak. Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi:
Birincisi:
Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın
vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum
çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde
kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın
erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta
gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti
kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.
Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse
ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade
yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde
istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur.
Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?
İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve
hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a'maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.
Risale-i
Nur'un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten
Risale-i Nur'a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risale-i Nur ona hakikî bir gıda-yı manevîdir. Çünki Risale-i Nur'un dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahîm'in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı
hassaları ve fıtrî vazifelerinin mayası, şefkattir.
Üçüncü kısım: Fıtrî olmasa da, vaziyeti itibariyle Risale-i Nur'a
sh: » (E: 32)
ekmek ve ilâç gibi
muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünki Risale-i Nur hayat-ı bâkiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevî hayatın
fânilik cihetinde mahiyetini tam gösterdiğinden; dünyevî hayatlarına ya hastalık veya
ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalalet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risale-i Nur'a o derece
muhtaçtırlar ve öyle bir teselli, bir nur alırlar ki;
onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih
ettiriyor.
İhtar Edilen İkinci Nokta: Madem Arabîce altmışdörde girdik, işaret-i
gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumî tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve te'hir edilen risaleler kalmış. Meselâ:
Otuzuncu Mektub ve Otuzikinci Mektub ve Otuzikinci Lem'alar gibi ehemmiyetli
mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki:
Eski Said'in en mühim eseri ve Risale-i Nur'un fatihası, Arabî ve matbu' olan İşarat-ül İ'caz Tefsiri, Otuzuncu Mektub olacak ve olmuş. Eski Said'in en son te'lifi ve yirmi gün ramazanda te'lif edilen, kendi
kendine manzum gelen Lemaat Risalesi, Otuzikinci Lem'a olması ve Yeni Said'in en evvel hakikattan şuhud
derecesinde kalbine zâhir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre,
Hubab, Zühre, Şu'le ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuzüçüncü
Lem'a olması ihtar edildi. Hem "Meyve" Onbirinci Şua' olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de, Onikinci Şua' ve hapiste ve sonra Küçük
Mektublar Mecmuası Onüçüncü Şua' olması ihtar
edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiblerine havale ediyorum. Demek birkaç
mertebede kapı açıktır, bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.
Aziz
kardeşlerime birer birer selâm ediyorum. Kastamonu ve civarındaki kardeşlerimi de -eski zamanda olduğu gibi- daima beraber görüyorum. Hiç merak etmesinler; Risale-i Nur tevakkuf
etmiyor, perde altında büyük fütuhatı var. Sıkıntılarımızın neticeleri, Risale-i Nur'un derslerine daha ziyade
nazar-ı dikkati celbedip geniş bir
dairede kendini okutturuyor. Onun için gayet çalışkan iki
kardeşimiz olan baba ve oğlu; ve
babası ziyade sıkıntı çekmelerinde iftihar etsinler, orada muvakkat
tevakkuftan müteessir olmasınlar. Benim ve bizim nazarımızda onlar, eski mevkilerini tam muhafaza ediyorlar.
Başta Risale-i Nur'un fıtrî talebeleri masum çocuklar demiştik. İşte bir nümunesi; bu mektubumu rahatsızlıktan kendim yazamadığım için
ben söyleyip yeni hurufla yazan Ceylân, biri de ona mektub
yazan masum Küçük Ali, biri de bu defa bana kâmilane ve müdakkikane mektub
yazan Medrese-i Nuriye'nin küçük şakirdi
sh: » (E: 33)
Küçük Mehmed'dir. Ben de onlara "Bârekâllah bahtiyar
çocuklar" derim, peder ve validelerini de tebrik ederim.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ
بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Bir
suale mecburî cevabın tetimmesidir.]
Bu yaz
mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet
vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil,
diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir
sebat olmazsa, Risale-i Nur'un hizmeti zararına bir
atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.
Aziz
kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife,
rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî
merak-aver mes'elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve'nin Dördüncü Mes'elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
Evet
ehl-i dünyanın bütün muazzam mes'eleleri, fâni hayatta zalimane olan
düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem
veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni
hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve
hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki
kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmektedir. Şimdiye kadar
o hakikatı göstermişiz.
Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı
mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes'elesi -muvakkat olduğu için-,
bizim mes'elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için-
mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes'elelerimize
tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes'elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet لاَ
يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ
Yani: "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Siz
sh: » (E: 34)
ler lüzumsuz onların
dalaletleriyle meşgul olmazsanız."
Düsturun manası: "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz."
Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men'ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun
haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi' etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz
edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.
Bu
tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i
Nur'un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar
hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey
sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben "yazık" dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak.
Sonra şiddetle ikaz ettim. "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur
onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.
(Beşinci Şua'ın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)
Said Nursî
* * *
Denizli
tüccarı aslı Burdur'lu Hâfız
Mustafa'ya hitabdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ
بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ النُّورِ
Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur'aniye'de muvaffakıyetli arkadaşım!
Sen
binler safalarla geldin, beni ebedî minnetdar ettin ve sadık arkadaşlarınla Risale-i Nur'un serbestiyetine hizmetiniz o derece
büyük ve kıymetlidir, değil yalnız bizi ve Risale-i Nur'un şakirdlerini, belki bu memleketi, belki âlem-i İslâm'ı manen minnetdar ettiniz ki; ehl-i imanın imdadına yetişmeye Risale-i Nur'un yolunu serbestçe açtınız. Ben, bir seneden beri seni ve seninle beraber bu
serbestiyetine çalışanları, Merhum Hâfız Ali ve
Hüsrev gibi Risale-i Nur'un kahramanlarıyla
beraber manevî kazançlarıma, dualarıma şerik etmişim; hem devam edecek. Buraya kadar herbir dakika yoldaki,
bir gün Risale-i Nur'un hizmetinde bulunduğun gibi
beni minnetdar eyledin. Hâkim-i âdil namını alan malûm zâtı
sh: » (E: 35)
ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakikî adalete hizmetleri için âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı-yedi aydır onları da aynen manevî kazançlarıma şerik ediyorum.
Bana
teslim ettikleri Risale-i Nur'un bir kısmını, kardeşlerime cevab vereceğim,
bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünki onlar, Risale-i Nur'un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar. Bu mes'elede ben Denizli şehrini
kendi karyeme arkadaş edip bütün emvatını ve ehl-i imanın hayatta olanlarını hem kendim, hem Risale-i Nur'un talebeleri, manevî kazançlarımıza hissedar etmeğe karar
verdik. Denizli hapishanesini de, bir imtihan medresemiz telakki ediyoruz. Ve
bizimle alâkadar hem Denizli'de, hem hapiste umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selâm ve dualar ederiz.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Kat'iyen
şekk ve şübhemiz kalmadı ki; bu
hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur'un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema,
feza-yı âlem alkışlıyor ki; üç-dört ayda
yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi ve Denizli'de mahkemenin
bilfiil teslimine karar vermesi, yine Leyle-i Mi'rac'da aynen Risale-i Nur'un
bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaib'e tevafuk ederek kesretli melek-i
ra'dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağı'nda
gelmesi, o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra demek Denizli'de
vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi'rac'a ve Leyle-i Regaib'e
tevafuk ederek aynen gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi o tevafuklarıyla
kat'î kanaat verdi ki; Risale-i Nur'un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku Küre-i Arz'ca bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay
zarfında yalnız üç cuma gecesinde -biri Leyle-i Regaib, biri Leyle-i
Mi'rac, biri de Şaban-ı Muazzam'ın birinci cuma gecesinde onlar gibi Cuma - rahmetin
kesretli gelmesi ve Risale-i Nur'un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi; küre-i havaiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve
Risale-i Nur'un da manevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.
Ve en
latif bir emare şudur ki; dün birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz uçurmak için
sh: » (E: 36)
işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylân'a dedim:
"Pencereyi aç, o ne diyecek?" Girdi durdu, tâ bu sabaha kadar; sonra
odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada döndüm.
Baktım "Kuddüs Kuddüs" zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: "Bu misafir ne için
geldi?" Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım çıktım, yarım dakikada geldim; o misafir kayboldu. Sonra bana hizmet
eden çocuk geldi, dedi ki: "Ben bu gece gördüm ki,
Hâfız Ali'nin kardeşi yanımıza gelmiş." Ben de dedim: Hâfız Ali ve
Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek. Aynı günde,
iki saat sonra çocuk geldi dedi: "Hâfız
Mustafa geldi." Hem Risale-i Nur'un serbestiyetinin müjdesini, hem
mahkemedeki kitablarımı da kısmen getirdi; hem serçe kuşunun ve
senin, hem kuddüs kuşunun tabirini isbat etti -ki, tesadüf olmadığını isbat etti.- Acaba emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acib bir surette, hem kuddüs kuşu garib
bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve
masum çocuğun rü'yası tam tamına çıkması, Risale-i Nur'un Hâfız Ali
gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var
mı ki, bir beşaret-i gaybiye olmasın?
Evet bu
mes'ele, küçük bir mes'ele değil; kâinat ve hayvanat ile alâkadardır. Ben Risale-i Nur'un bir şakirdi olmak itibariyle, kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altun lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüzbinler Risale-i Nur şakirdleri
ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın
istifadeleri buna kıyas edilsin.
Evet
dinin, şeriatın ve Kur'an'ın yüzden
ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve Mi'rac
ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur'an hakikatlarını en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi isbat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette Küre-i Arz ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-ı
Kur'aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.
* * *
Aziz
kardeşim!
Risale-i
Nur'un avukatı Ziya'yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür, hem tebrik ediniz. Çoktan
beri ruhuma ihtar edilmiş ki;
sh: » (E: 37)
Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mes'ele gösterdi ki; o Ziya, bu Ziya'dır. Bizleri ebede kadar minnetdar eyledi. Mahkemede zabıt kâtibi ve a'zadan Hasnâ hanım ve sorgu hâkimi gibi vicdanlı zâtlara teşekkür ederiz. Ve onları
unutmayacağımı; bilhassa başta Müftü
Osman, Hasan Feyzi olarak çok ehemmiyetli kardeşlerime
selâmımızı ve minnetdarlığımızı bildiriniz. Ve hâkim-i âdil olan zâta, Risale-i Nur'un
ekser eczalarını ona hediye etmek için yazdırmayı karar verdiğimi söyleyiniz. Ve Risale-i Nur'un fahrî avukatı Ziya'ya; kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye etmek niyetindeyim.
Tab'
olunan Âyet-ül Kübra Risalesinin beşyüz
matbu' nüshaları da tab'edenlere verilecek mi? Merak ediyorum.
Biri de,
İstanbul'da müsadere edilen ne kadar Risale-i Nur varsa
bana aittir. İçinde yirmi risale bulunan mecmua bana çok ehemmiyeti
var.
Hem
Denizli'den müfarakat ederken, emanet Mu'cizat-ı
Ahmediye
Risalesini, orada bazılarına bırakmıştım, o da bana çok lâzımdır, belki Hoca Musa Efendi biliyor.
* * *
Risale-i
Nur'un zaîf veya yeni şakirdlerini vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki:
Gizli bir komitenin desisesiyle safdil bazı hocalar
veyahut bid'a tarafdarları bazı muarızlar, Risale-i Nur'un hiç zedelenmez bazı hakikatlarına karşı gelmek için, benim çok kusurlu ve -itiraf ediyorum- çok
hatalı şahsımın noksanlarını ve hatalarını işaa etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur'a ilişmek ve darbe vurmak istediklerinin bu yirmi senedir yirmi ehemmiyetli
hâdisesi var. Hattâ iki defa hapsimize de bir nevi vesilesi olduğundan, dostlarıma ve Risale-i Nur'un şakirdlerine
ilân ediyorum ki: Ben, Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum ki; nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş. Değil kendimi satmak, hodfüruşluk
etmek, belki kemal-i mahcubiyetle Risale-i Nur'un mübarek şakirdleri içinde onların samimiyet ve ihlası ile
kendimi afvettirmek ve onların manevî şefaatıyla günahlarıma bir
keffaret aramaktır. Bana itiraz edenler, gizli ayıblarımı bilmiyorlar. Yalnız zâhirî
bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak
Risale-i Nur'u benim malım zannedip Risale-i Nur'un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: "Said cuma cemaatine
gelmiyor, sakal bırakmıyor"
sh: » (E: 38)
gibi tenkidleri var.
Elcevab:
Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki mes'elede büyük
mazeretlerim var.
Evvelâ:
Ben Şafiîyim. Şafiî Mezhebinde cumanın bir şartı; kırk adam imam arkasında
Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i Azamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.
Sâniyen:
Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men'ettikleri için, -hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş- hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve
herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum
ve daha Fatiha'nın yarısını okumadan, imam rükua gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.
Sakal
mes'elesi ise: Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız
olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmî hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye
olduğunu isbat etti. Eğer sakal
olsaydı traş edilseydi, Risale-i Nur'a büyük bir zarardı. Çünki ölecektim, dayanamayacaktım. Bazı âlimler "Sakalı traş etmek caiz değildir"
demişler. Muradları sakalı bıraktıktan sonra traş etmek
haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan,
bir sünneti terketmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için, bu terk-i sünnete mukabil,
Risale-i Nur'un irşadıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşâallah o
sünnetin terkine bir keffarettir.
Hem bunu
kat'iyen ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur'anın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hâdimi ve
o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zâten
Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas
ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun
deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak
şartıyla ve bid'alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnetdar oluyoruz.
* * *
sh: » (E: 39)
Aziz
kardeşlerim!
Hazret-i
Ali Radıyallahü Anh وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ
fıkrasında "Âyet-ül Kübra" yüzünden şakirdleri bir musibete düşüp ve onun berekâtıyla
emniyet ve selâmete çıkacaklarını kerametkârane haber verdiği gibi, Âyet-ül Kübra Risalesi Nurlar içinde yüzer matbu' nüshasıyla serbestiyet noktasında daha ziyade mevki alması
cihetiyle bu memlekete üç büyük yağmur
rahmetine birinci vesile olduğu gibi; ben dünya halini bilmiyorum, fakat eskiden beri
boğazımızı sıkan ve daima bizi istila etmeye fırsat bekleyen ve dehşetli kuvvet alan ve taraftarlar bulan ve bizi istinadsız zannıyla fırsat bekleyenin istilasından ve esaretinden Âyet-ül
Kübra ve arkadaşlarının serbestiyeti çok hâdise ve emarelerle şimdiye kadar Risale-i Nur -sadaka gibi- belaların def'ine bir vesile olduğundan, bu da bu belaya karşı
vesiledir denilebilir. Ve İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu'nun وَ اسْمُ عَصَا مُوسَى بِهِ الظُّلْمَتُ
انْجَلَتْ fıkrasında bir vecihte Âyet-ül Kübra Risalesi maksud olduğu gibi, Denizli Meyvesinin onbir mes'elesi, "Hüccet-ül Baliga"
onbir hüccetiyle aynen asâ-yı Musa'nın onbir mu'cizesine tevafuk edip, bu fıkrada aynen Âyet-ül Kübra Risalesi gibi İmam-ı Ali'nin (R.A.) medar-ı nazarı olduğu kalbime ihtar edildi. Demek Meyve Risalesi asâ-yı Musa gibi çok firavunları susturur, mağlub
eder. "Âyet-ül Kübra"yı
tab'eden kahraman ve mübarek kardeşlerimiz,
pek büyük bir hizmet-i Nuriye yapmışlar.
Merhum Hâfız Ali'nin (R.H.) hizmet-i Nuriyesi, bununla da devam
ediyor.
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
"Âyet-ül Kübra"nın matbu nüshaları perde
altında çok hizmet görmüşler. Baştaki ihtarın âhirinde -beyaz yerde- bir haşiye olarak size altı satır suretini gönderdik;
siz münasib görürseniz yazdırırsınız, hem ıslah ve tashih edersiniz. Benim kat'î kanaatım geldi ki: Bu defa, "Âyet-ül Kübra"yı
dikkatle ve muarızları nazara alıp okudum. Şübhem kalmadı ki,
Risale-i Nur'un çok şiddetli darbelerine karşı muarızlar zaîf bahaneler ve sinek kanadı kadar
ehemmiyetsiz kusurları medar-ı mes'uliyet gördükleri
halde; bu dehşetli darbeleri nazara almayıp hem
beraetimizi, hem Risale-i Nur'un serbestiyetini kabul etmelerinin sebebi: Başta "Âyet-ül
sh: » (E: 40)
Kübra" olarak
Risale-i Nur'un "Meyve" ve "Hüccet-ül Baliga" gibi eczalarındaki hârikulâde ve sarsılmaz hakikatlar, onların dehşetli inadlarını kırmasıdır. Çaresiz mecburiyetle serbestiyetini; beraetimizi resmen
kabul etmişler. Fakat yine gizli zendeka komitesi, elinden geldiği kadar nazar-ı millette kendilerini lanetten, nefretten bir derece
kurtarmak için, kusurlarımızı arıyorlar ve hükûmeti iğfal etmeğe çalışıyorlar. Onun için biz; eskisi gibi ihtiyatımızı elden bırakmamalıyız. (Haşiye)
Umum
kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Berat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak,
onların ve bizlerin hakkımızda bu Ramazan'daki Leyle-i Kadrimizi bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevab
eylesin, ümmet-i Muhammediyeye saadet ve selâmet versin, âmîn!
Hem cümlenize birer birer selâm eden kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık, metin, sarsılmaz,
sebatkâr, fedakâr, vefâdar kardeşlerim!
Bilirsiniz
ki Ankara ehl-i vukufu Risale-i Nur'a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkâr edememişler.
Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde beni hissedar zannedip itiraz
ederek, "Böyle şeyler kitabda yazılmamalı idi; keramet izhar edilmez." diye hafif bir tenkide mukabil müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:
Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahib olmak
benim haddim değil. Belki Kur'anın mu'cize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki
hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur'da kerametler şeklini alarak (şakirdlerinin kuvve-i
maneviyelerini takviye etmek için) ikramat-ı İlahiye
nev'indendir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür.
Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen cevabı bir
parça izah
________________________________
(Haşiye): Âyet-ül Kübra'nın başındaki ihtarın âhirinde, nazar-ı dikkati celbetmiş cümlesine haşiyedir:
Evet İmam-ı Ali'nin (R.A) Âyet-ül Kübra hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünki bu risalenin gizli tab'ı
hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatı galebesiyle, beraet ve necatımıza ehemmiyetli bir sebeb oldu. İmam-ı Ali'nin (R.A.) keramet-i gaybiyesini körlere
de gösterdi. وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ
الْفَجَتْ hakkımızdaki duasının
kabulünü isbat etti.
sh: » (E: 41)
edeceğim. Ve "Ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum ve ne için birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum. Ekser mektublar o keramete bakıyor?" diye sual edildi.
Elcevab:
Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve
teşvik ile yardım ve
temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih
etmek, ehl-i imana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki: Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan
men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın
kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i
Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar,
hasta, zaîf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrid ve
tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve
ihtilattan çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece
tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut
görülen bazı
dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terketmek derecesinde
ürkütmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve
sebebleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i
maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi
beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi
kendine, tek başıyla (başkalarına muhtaç olmayarak) bir ordu
kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler
bana yazdırılmış. Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk
etmek ise; Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan
ihlas sırrını bozmaktır. İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa
edip kusurlarımızı afvettirmeğe vesile olacaktır.
* * *
Aziz
kardeşlerim!
Risale-i
Nur'un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kablelvuku', acib bir tarzda; hem bende, hem bizim köyde, hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı manevî ile kat'î kanaatım gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâşetmek isterdim. Şimdi Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecid'leri ve çok Abdurrahman'ları verdiği için, size beyan
sh: » (E: 42)
ediyorum:
Ben
on yaşında iken, büyük bir iftihar, hattâ bazan temeddüh
suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim:
Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir? Bilmiyordum,
hayret içinde idim. Bir-iki aydır o hayrete cevab verildi ki;
Risale-i Nur, kablelvuku' kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kablelvuku' ile hissedip hodfüruşluk ederdin.
Bizim
Nurs köyümüz ise; hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki; bizim köyümüz,
fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok
severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim.
Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs Karyesi
Risale-i Nur'un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin
ismini işitmeyen, Nurs Köyü'nü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kablelvuku'
ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.
Hem o
nahiyemiz olan Hizan Kazası'na tâbi' Isparta'da, birdenbire
meşhur Seyda namında
Şeyh Abdurrahman-ı Tagî himmetiyle o kadar çok
talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar
ki, bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil
aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir
himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarîkat
içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki,
güya rûy-i zemini fethedecek bu hocalardır.
Eski meşhur ülema ve evliyalar ve allâmeler
ve kutublar, onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz-on yaşında
iken dinliyordum. Kalbime geliyordu ki; bu talebeler, âlimler ilimde, dinde
büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade
zekâveti olsa idi, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir mes'elede
birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum; o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarîkat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka; hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O haletleri başka memleketlerde o derece göremedim. Şimdi bir ihtar ile kat'î kanaatım
geldi: O talebe arkadaşlarım, o
üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kablelvuku'
ile ruhu hissedip akıl bilmeyerek -ki en lüzumlu bir
zamanda- o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak
bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye o istikbaldeki
nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acib şerait içinde ve hadsiz
sh: » (E: 43)
muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet
bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tedkikatında
Risale-i Nur'un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını
mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki; o mevkiine lâyıktır ki, kablelvuku' İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu ve Gavs-ı Azam (Kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri
gibi, bunlar köy ve nahiye ve vilayetim, benimle
beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. (Haşiye)
Sizi
eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve
kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahman'lar bildiğimden, bu mahrem sırrı size
açtım.
Evet
ben yirmidört saat evvel hassasiyetimle ve
asabımın rutubetten tesiriyle rahmet ve
yağmurun gelmesini hissettiğim
gibi, aynen öyle de; ben ve köyüm ve nahiyem, kırkdört
sene evvel Risale-i Nur'daki rahmet yağmurunu
bir hiss-i kablelvuku' ile hissetmişiz
demektir.
Umum
kardeşlerimize ve hemşirelerimize
selâm ve dua ederiz ve dualarını rica
ederiz.
* * *
(HİSS-İ KABLELVUKUUN TETİMMESİ)
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Risale-i
Nur'un zuhuru hiss-i kablelvuku' ile küllî bir surette hissedilmesi gibi;
Risale-i Nur'un has talebelerinin bir kısmının itirafıyla ve bir kısmının tarz-ı hayatı Risale-i Nur gibi bir hizmete namzedliğini gösterdiği cihetle bu tetimmeyi yazıyorum:
Evet
hiss-i kablelvuku' herkeste cüz'î-küllî vardır,
hattâ hayvanatta dahi vardır. Hattâ rü'ya-yı sadıkanın
ehemmiyetli bir kısmı, bu hiss-i
kablelvukuun nev'indendir; hattâ bazılarda
hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar.
Benim asabımdaki hassasiyetle
___________________________
(Haşiye): Evet Risale-i Nur'un tercümanı hem
fakir, hem âdi iken; şansız ve
âmi bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı
gibi; fevkalâde istiğna ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek
ve tenezzül etmemek ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkûr sırdan ileri gelmiştir.
sh: » (E: 44)
yağmurdan yirmidört saat evvelki rutubet-i havaiye
ile yağmurun gelmesini hissetmem, bir cihette hiss-i
kablelvuku' sayılabilir ve bir cihette sayılmaz.
Ben
Risale-i Nur'a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin
tarz-ı hayatlarına
dikkat ettim, gördüm ki; aynı benim güzeran-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre
techiz edilip sevkedilmiş.
Evet
Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı
hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek
için tanzim edilmiş görüyorum.
Hissetmeyen kısmı,
dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını,
evvelce Gavs-ı Azam'ın bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur'un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti. Ezcümle: Ben hürriyetten evvel İstanbul'a gelirken yolda -bir-iki mühim- İlm-i
Kelâm'a ait kitablar elime geçti. Dikkatle mütalaa ettim. İstanbul'a geldikten sonra, sebebsiz olarak hem ülemayı, hem mekteb muallimlerini münazaraya "Kim ne isterse benden
sorsun" diye ilân ettim. Medar-ı
hayrettir ki; münazaraya gelenlerin bütün sordukları sualler, yolda mütalaa ettiğim ve
hâfızamda kaldığı
mes'elelerdi.
Hem
feylesofların sordukları sualler, hâfızamda bulunan mes'elelerdi. Şimdi
anlaşıldı ki; o fevkalâde muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfüruşluk ve manasız izhar-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur'un İstanbul'ca
ve ülemaca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.
İkincisi: Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve
zâhid ve sofî ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık
haysiyetinden, şan ü şerefinden hissedar olmadığım halde, -tarihçe-i hayatımda yazıldığı
gibi- küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum;
ihtiyacımı
izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim.
Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur'un dehşetli bir mücahedesinde, tama' ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.
Hem
ezcümle: Eski Said siyasette çok ileri gittiği
halde, Yeni Said de taraftar bulmak için çok muhtaç olduğu zamanda bütün insanları meşgul
eden bu beş-altı senedeki beşer tufanları, siyaset fırtınaları içinde kat'â ve aslâ beni meşgul
etmedi ve merakla
sh: » (E: 45)
mağlub etmedi ve beş sene, bilmeyi merak etmedim.
Beni
bilenler gibi, ben de bu hale çok hayret ederdim. Hattâ kendi kendime der idim:
"Acaba ben mi divane olmuşum ki, bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu hâdisata bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum. Yoksa insanlar mı divane olmuşlar?" diye hayret içinde idim.
Şimdi hem manevî ihtarla, hem mezkûr hiss-i kablelvuku' ile, hem meydandaki
Risale-i Nur'un galebe ve serbestiyeti ile tahakkuk etti ki: Risale-i Nur'daki
hakikat-ı ihlas, rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi' olamaz ve
Kur'andan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığını
isbat etmek için o acib halet-i ruhiye verilmiş.
Said Nursî
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Meyve'nin
Dördüncü Mes'elesindeki bir hakikatın izahını Eski
Said'in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin
Ramazan başlarında
bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle
heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif'teki kıymetdar vakitleri radyonun malayaniyatıyla
zayi' etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet
muhtasar bazı işaretler
nev'inde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta'dil etmek niyetiyle beyan
ediyorum. Fakat hem mes'ele çok geniş,
vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize
güveniyorum.
Meyve'nin
o Dördüncü Mes'elesinde denilmiş ki: "Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları
kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük
vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik
meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur" mealinde orada
denilmiştir.
Şimdi
ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfâkî hâdisatın
verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler!
Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla
sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı
manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:
Kat'iyen
biliniz ki: İnsanın çok mu'cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat
etmeyerek iki başlı veya
üç ayaklı bir insan görse
sh: » (E: 46)
kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev'-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi
geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan
nev'i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden
her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev'-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve
ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip
beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve
zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o
hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o
hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz'î. Ondaki
zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit'ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve
senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes'in rububiyetini ve
hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!
Hem
iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en
geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir
harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin
izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb
boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.
Hattâ
ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı
bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde
(güneş gibi imanlar taşıyan
bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen
mücahidînden, selef-i sâlihînden başka)
siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki
olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî
siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır,
tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; "bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir" diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak
âdi şişelere âlet yapar.
Elhasıl: Nasılki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de: Böyle fâni boğuşmaları ve
sh: » (E: 47)
hâdiseleri
merakla takib etmek, bir nevi sarhoşluktur
ki; hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için, menhus bir zevk verir
veya tehlikeli bir ye'se düşüp لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ âyetindeki emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada
müstehak olur. Veya وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا
فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ olan şiddetli tehdid-i İlahî tokadına mazhar olur; zalimlerin zulümlerine hasbî olarak manen iştirak eder; bil'istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.
Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor
ki; bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i
umumîden çıkan zarardan daha büyük bir
zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa'da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu
endişeyi teselliye medar; Âlem-i
İslâm'ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya'nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur'ana ittihad edip tâbi' olması, o
dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.
Umum kardeşlerime birer birer
selâm. Gelen veya geçen Leyle-i Kadirlerinizi tebrik ederiz.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Denizli'nin bir Hüsrev'i Hasan
Feyzi'nin uzunca, tafsilatlı
bir mektubunu vasıtanızla aldım. Ve bildim ki; nasıl bir dane toprak altına konulur tâ çok
daneleri sünbül versin, aynen öyle
de: Şehid merhum Hâfız
Ali o tarlada, toprak altına
girdi, otuz-kırk
Hâfız
Ali'leri sünbül verdi ve verecek kanaatım geldi. Siz, benim tarafımdan ona ve Risale-i
Nur'un hizmetine çalışanlara
yazınız ki: Bir-iki sene
zarfında
Denizli kahramanları,
yirmi sene kadar Risale-i Nur'a hizmet ettiklerinden, biz Risale-i Nur şakirdleri ebede kadar
onların
bu iyiliklerini unutmayız
ve Denizli, nazarımızda ikinci bir
Isparta hükmüne geçtiği
gibi, hapishanesini dahi bir Medrese-i Nuriye manasında biliyoruz.
Feyzi'nin mektubunda isimleri
bulunan ve bilhassa hâkim-i âdil ile beraber hakikî adalete çalışanlar (Ç.H.M.) ve Avukat Ziya
sh:
» (E: 48)
gibi bütün o zâtlar, değil yalnız bizi, belki
Anadolu'yu ve âlem-i İslâmı manen minnetdar
eylemişler.
Onlar, bizim gibi Risale-i Nur'a sahibdirler. Eğer lüzum olsa, elime teslim
edilen bir kısım mecmuaları da onlara emaneten
okutmak için göndereceğim. Orada kalan
kitablar, lüzumu varsa, muattal kalmamak şartıyla kalabilirler.
Büyük mecmua elinde bulunan, muattal bırakmamak ve okutmak ve mümkün
ise hapishaneyi teşrik
etmek şartıyla onun elinde kalsın. Daha isterse, daha
başkaları da ona ve oraya göndereyim.
Ben Denizli gibi, az bir zamanda,
bize ve Risale-i Nur'a metin kahraman sahibleri ve kardeşleri verdiği için, elimden
gelse, kemal-i sürur ve sevinçle onların mübarek hapishanesinde
bâkiye-i ömrümü
geçirmek istiyorum. Bizimle çok alâkadar ve hapishanede görüştüğümüz veya bana hizmet
eden Beylerbey'li Süleyman ve Tavas'lı Mehmed Çavuş gibi ne kadar
dostlar varsa, hepsine çok selâm ediyorum ve her vakit manevî kazançlarımıza ve dualarımıza dâhildirler. Ve
Feyzi'nin mektubunda isimleri bulunan zâtlara -bilhassa- birer birer selâm ve
umumunun Ramazan'larını ve Leyle-i
Kadir'lerini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Milas'lı Halil İbrahim, hakikaten
Risale-i Nur'un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba
onunla iftihar etmeli. Hem o zâtın,
hem Hasan Feyzi'nin haddimden yüz derece ziyade hüsn-ü zanları neticesinde yazdıkları parlak manzum iki
parçayı;
Risale-i Nur'a hitab ediyorlar ve benim ehemmiyetsiz şahsımı perde ve ârızî bir ünvan olarak
yapmışlar
diye kabul ediyorum. Yoksa benim ne haddim var ki o meziyetlere sahib olayım. Hem ona, hem
Risale-i Nur'un avukatı
Ahmed Feyzi'ye ve arkadaşlarına ve eski kahraman
kardeşlerimizden
Şefik'e çok selâm ve dua ediyoruz.
Kardeşlerim! Âyet-ül Kübra
Ramazan'da zuhur ettiği
gibi; zannımca
Ramazan'da da matbaadan çıktığını, Isparta'ya geldiğini ve Ramazan'da
serbestiyetle okunması
ve câmilere okutmak için girmesi gibi, bu Ramazan-ı Şerif'te Âyet-ül Kübra'dan çıkan ve bir saat
tefekkür bir sene ibadet manasını taşıyan Hizb-i Nuriye Âyet-ül Kübra'dan çıktığı misillü, bizim
tesbihatımızda otuzüç defa لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ"Lâ ilahe illâllah" Âyet-ül Kübra'nın berekâtı ve feyziyle on
dakikada aynı
hakikat-ı
tevhidi veren iki sahife kadar Ramazan'ın nuruyla kalbe ihtar edildi.
Ben de on dakikada Âyet-ül
Kübra'nın
tamamını okuyor gibi ve
herbir mertebede, mukaddemesinde denildiği gibi Küre-i Arz'ın küllî dili benim
hayalen lisanım
olup لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ"Lâ ilahe illâllah" der; ve
denizler ve dağlar,
o unsurların
ve
sh:
» (E: 49)
insan
tabakatlarının lisan-ı halleri benim
dillerim olup لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ
ilahe illâllah" der diye, ben de herbir لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ"Lâ ilahe illâllah" dedikçe, ya
bilisan-ı
arz, ya bilisan-ı
semavat, ya bilisan-ı
cevv, ya bilisan-ı
anasır
derim.. gibi. İnşâallah, sonra size gönderilecek.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said
Nursî
*
* *
İKRAMI İZHAR MEKTUBUNUN TETİMMESİ
[İşarat-ı Kur'aniyenin başında yazdık.]
Risale-i Nur'un makbuliyetine imza
basan ve gaybî işaretlerle
ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı mes'eleye bu
risalede yirmidokuz işaret
var. Sair parçalar ile beraber bine yakın işaretler, rumuzlar,
îmalar, emareler aynı
mes'eleye, aynı
davaya bakmaları
sarahat derecesindedir. Vahdet-i mes'ele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet
verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, "İmam-ı Ali Radıyallahü Anh" üç
keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur'dan haber vermiş.
Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu
tedkik etmiş,
itiraz etmemişler.
Yalnız
demişler:
"Keramet sahibi, kerametini yazmaz." Ben de onlara cevab verdim ki:
Bu benim değil,
Risale-i Nur'un kerametidir. Risale-i Nur ise, Kur'anın malıdır ve
tefsiridir dedim, onlar sustular; demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasib olurdu; fakat bu hadsiz ve kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında
az ve zaîf ve fakir olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybî imdad ve teşci' ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat'iye oldu, ben de
yazdım. Benim benliğime
bir hodfüruşluk verip sukutuma sebeb olsa da,
ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı
dalalet-i mutlakadan kurtarmağa lüzum olsa dünyevî hayat gibi,
uhrevî hayatımı da
feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve
kardeşlerim Cennet'e girmeleri için Cehennem'i kabul ederim.
* * *
sh: » (E: 50)
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Şimdi
bir halimi size beyan etmek lâzım geliyor; tâ başka sebebler sizi müteessir etmesin. O hal de şudur:
Bu
yirmi sene tazyik neticesi, ehemmiyetli ve müzmin bir hastalık bana ârız olmuş. Zâten eskiden beri o hastalığın
esası bende vardı ki;
ona merdümgirizlik yani insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir
olmak... Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi -fakat Risale-i Nur
hizmetine ait olmamak şartıyla-
ruhum kaldırmıyor.
Hattâ dostane bakmaktan cidden müteessir oluyorum. Bu ehemmiyetli halde
insanların bana karşı zulüm ve cinayetleri bir vesile olduğu
gibi; inayet-i İlahiye ve kaderin adaleti ve
hizmet-i imaniyedeki ihlasın muhafazası en ehemmiyetli bir sebebdir ki; hem zulm-ü cinayet-i beşeriyeyi hiçe indiriyor; hem bu hastalığı tam
bana sevdiriyor, sabır ve tahammül verir. Nasılki insanlar evham yüzünden beni temastan men' ede ede asabıma dokundurdular; inayet-i İlahiye
dahi, hizmet-i imaniyedeki ihlası kırmamak
ve tasannukârane hodfüruşluk vaziyetine girmeye mecbur
etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenlerin karşısında beni tekellüflere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur'andan gelen Risale-i Nur'un elmas
gibi hakikatlarını bana
mal etmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle,
Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hastalığı vermiştir. Ben, Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum. Siz de müteessir
olmayınız, memnun olunuz. Fakat fıtrî teellümlere karşı tahammülüm için duanıza muhtacım.
Aziz
kardeşlerim! Bize teslim olunan kitablarımın -yaldızlı kaplı büyük mecmualardan- bir kısmına
baktım, gördüm ki: Nur, gül fabrikalarının elmas kalemleriyle yazdıkları risaleler, o yaldızlı kaplar içinde bazan onbeş-yirmi risale içinde bulunan mecmualar o kadar güzel birer elmas kılınç hükmünde düşmanlarına karşı kendilerini büyük makamlarca ve mahkemelerde müdafaa etmek hikmetiyle;
hiçbir sebeb yokken, birdenbire Risale-i Nur'u büyük mecmualar tarzında yaptırmağa
hapsimizden beş ay evvel başladık. Bunda büyük bir inayet-i İlahiye olduğuna şübhem kalmadı ve feylesofların mağlubiyetinin hikmetini anladık. Çünki içtimada, eczaların kuvvetinden çok ziyade bir kuvvet, hususan müdafaa vaktinde içtima ve
tesanüdden ileri geliyor.
sh: » (E: 51)
Kardeşlerim! Çoktan size söylemek lâzım gelirken unutmuştum; kerametli Yirmidokuzuncu Söz o Söz'ün yalnız birinci makamıdır. O Söz'ün ikinci makamı ise, ehemmiyetine binaen ki, bir
vecihte ona da "Âyet-ül Kübra" namını İmam-ı Ali (R.A.) vermiş olan Yirmidokuzuncu Lem'a-i
Arabiye'dir ki, "Allahü Ekber" gibi sair tesbihatın mertebelerindeki nurları beyan ediyor ve Hizb-i
Nuriye'nin de bir me'hazıdır.
Umum kardeşlerime birer birer
selâm ve dua ederim. Gizli olan her gecede muhtemel bulunan Leyle-i Kadirlerinizi
tebrik ederim.
Kardeşiniz
Said
Nursî
*
* *
Aziz, sıddık kardeşim!
Bilmukabele biz de Ramazanınızı tebrik ediyoruz.
Rü'yalarınız pek çok
mübarektirler. İnşâallah, Cenab-ı Hak sizi büyük
ihsanlara mazhar eyleyecek, diye bir işarettir.
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir
vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir
surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura
medar şeylerden
çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünki bu asırda en büyük tehlike,
benlikten ve hodfüruşluktan
ileri geldiğinden;
ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham
etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır
şerait
içinde kahramancasına
imanını ve ubudiyetini
muhafaza etmesi, büyük bir makamdır.
Senin rü'yalarının bir tabiri de, bu
noktadan seni tebşir
etmektir. Risale-i Nur eczalarında
tarîkat hakikatına
dair Telvihat-ı
Tis'a namındaki
risaleyi elde edip bakınız. Hem zâtınız gibi metin ve imanlı ve hakikatlı zâtlar, Risale-i Nur
dairesine giriniz. Çünki
bu asırda
Risale-i Nur, bütün tehacümata karşı mağlub olmadı. En muannid düşmanlarına da, serbestiyetini
resmen teslim ettirdi. Hattâ iki seneden beridir büyük makamatlar ve adliyeler,
tedkikat neticesinde Risale-i Nur'un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem bütün eczalarını sahiblerine teslime
karar verdiler.
Risale-i Nur'un mesleği, sair tarîkatlar,
meslekler gibi mağlub
olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok
hâdisatın
şehadetiyle,
bu asırda
bir mu'cize-i maneviye-i Kur'aniye olduğunu isbat eder. O dairenin
haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz'î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya
sh:
» (E: 52)
bid'alara
müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam
olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.
Madem sizde büyük bir himmet ve
kuvvetli bir iman var; tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkârane
Risale-i Nur'a şakird
ol. Tâ binler, belki yüzbinler şakirdlerin
şirket-i
maneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin
cüz'iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam
kârlı
bir ticaret olsun.
Said
Nursî
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
İki sene tedkikattan sonra
mahkeme tarafından
bana teslim olunan mecmualardan bugün, masumlar taifesinin ve ümmî ihtiyarlar
cemaatinin bana yadigâr olarak gönderdikleri
parçaları
hâvi büyük ve yaldızlı cildli bir mecmua gördüm. Bu mecmuanın başında tâ Kastamonu'ya
yazdığım
bir fıkrayı size göndermek hatırıma geldi. Belki de
eskiden bir sureti size gönderilmiş. Bunda kanaatım geldi ki:
Feylesoflara ve muannidlere karşı
masumlar ve ümmîlerin masumane ve hâlisane olan bu elimdeki mecmuası, en büyük bir vasıta-i galebedir;
inadları
kırıp insafsızları insafa getirmiştir. İşte çok yerlerden bana
gönderilen
mecmualar ve ümmîlerin parçalarını üç mecmua içinde
cem'etmiştik.
Ve mecmuanın
başında,
bu gelen parça yazılı gördüm, size de gönderiyorum.
Hem bununla, Risale-i Nur'un
makbuliyetine delalet eden sekiz parçadan mürekkeb yaptığımız bir mecmua ve
Keramet-i Gavsiye ve Aleviye ve İşaret-i
Kur'aniyeden başka,
lâhika vesaireden üç-dört
parça daha ilâve edilen mecmuanın
başında
yazılmağa lâyık bir parçayı leffen beraber gönderiyorum.
Umum kardeşlerime, bilhassa
masum ve ümmîlere selâm ve dua eder ve dualarını istiyoruz. Ve bin mâşâallah ve bârekâllah
onlara deriz. Onların
yazılarını kimler görüyorsa, takdirkârane
meftun olur.
Risale-i Nur'un küçük ve masum şakirdlerinden
elli-altmış
talebenin yazdıkları nüshaları bize göndermişler, o parçaları üç cild içinde
cem'ettik. İşte
bu mecmuadaki parçaları
yazanların
nümune olarak bir kısmı şunlardır:
sh:
» (E: 53)
Ömer 15, Mustafa 13, Hâfız Nebi 14, Hicret 15,
Hüseyin 11, Ahmed Zeki 13, Ayşe
11, Hâfız
Ahmed 12, Mustafa 14, Bekir 9, Ali 12, Ayşe 11
İşte bu mecmuadaki risaleler,
bu masum çocukların
Risale-i Nur'dan ders aldıkları ve yazdıklarının bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddî
çalışmaları gösteriyor ki: Risale-i
Nur'da öyle
bir manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki; mekteblerde çocukları okumağa şevkle sevketmek için
icad ettikleri her nevi eğlence
ve teşviklere
galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki
çocuklar böyle
hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor
ki; Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah, daha hiçbir şey onu koparamıyacak, ensal-i
âtiyede devam edecek gidecek. Aynen bu masum çocuk şakirdler gibi,
Risale-i Nur'un cazibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risale-i
Nur'un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk-elli parça, iki-üç
mecmua içinde dercedildi. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve
efelerin bu zamanda, bu acib şerait
içinde herşeye
tercihan Risale-i Nur'a bu surette çalışmaları gösteriyor ki: Bu
zamanda Risale-i Nur'a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki; harmancılar, çiftçiler,
çobanlar, yörük
efeleri hacat-ı
zaruriyeden ziyade bir hacat-ı
zaruriyeyi, Risale-i Nur'un hakaikını görüyorlar. Bu cildde
az ve sair altı
cild-i âherde masumların
ve ihtiyar ümmîlerin yazılarının tashihinde çok
zahmet çektim; vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen
denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri
yavaş
yavaş
okumağa
mecbur ettiğinden,
Risale-i Nur'un gıda
ve taam hükmündeki hakikatlarından
hem akıl,
hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz'î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.
Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve
maariflere benzemez. Akıldan
başka
çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.
Elhasıl: Masumların ve ümmî ihtiyarların noksan yazılarında iki faide var:
Birincisi: Teenni ve dikkatle okunmağa mecbur etmektir.
İkincisi: O masumane ve
hâlisane ve samimî ve tatlı
dillerinden, derslerinden Risale-i Nur'un şirin ve derin mes'elelerini
lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
*
* *
sh:
» (E: 54)
Elhamdülillah, bu sene Isparta'daki
talebelerinizi dünyevî meşagil
daha çok gaflete sokmadı.
Hizmet-i Nuriyedeki gayretlerimiz ciddî bir surette devam ediyor. Herbirimizin
kalblerimizdeki Nur'a karşı
incizab, sîmalarımızda okunuyor. Sanki
bu talebelerinizin kalbleri sevinçle doludur. Evet sevgili Üstadımız, bütün
talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimiz ile beraber
sâfiyane istihdam edildiğimiz
bu hizmet-i Nuriyede bedi' bir Üstada
hem talebe, hem kâtib, hem muhatab, hem naşir, hem mücahid, hem halka
nâsih, hem Hakk'a âbid olmak gibi cihandeğer güzelliklerin hepsini
birden bize veren Hazret-i Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak
istediğimiz
şükürler
dahi, Hâlıkımızın fazlı ile kalbimize gelen
bir ihsan olduğunu
tahattur eden biz talebelerinizin kalblerini sürur ve sevinç dolduruyor. Masum
Nurs'luların
Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri
hayatın
müteşekkirane
bir tarzı,
hal ve etvarımızda okunuyor.
Hududsuz şükürler,
nihayetsiz senalar olsun o Zât-ı
Zülcelal'e ki; bizleri cehl-i mutlak derelerinden, isyan ve küfran bataklıklarından lütf u keremiyle
çıkarıp, gözleri kamaştıran en parlak bir
nura talebe etmiştir.
Eğer sevgili üstadımız,
"iktiran" tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden
bize izah etmeseydi, çok minnetdarlıklarımızı kalblerimize
tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.
Evet
sevgili üstadımız!
Biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur'a muhatab
olamıyoruz. Buna rağmen,
ihtiyaç şiddetlendikçe, Hâlık-ı Rahîm'in merhametli
tecellilerini müşahede ediyoruz. Kalb-i üstad
parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma'kes.. lisan-ı
üstad âlî bir mübellliğ, bir muallim, bir mürşid.. hâl-i üstad tecessüm etmiş en
güzel bir örnek, bir nümune, bir misal
oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor,
gösteriliyor. İşte
yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hâli, bugün daha çok ızdırablı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak,
acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını
radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar.
Şarkta Japonların mağlub olmasıyla, dünyanın salah-ı selâmete ve emn ü emana kavuşması beklenirken; deccalane bir
hareket şimalde kendini gösterdiği görülüyor.
Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevkediyor. İstikbalin zulmetlerine gittiği
zannıyla, merakla radyoları
takibe koşturuyor.
Lillahilhamd
Risale-i Nur, âlî beyanatı ile ruhlarımızı
teskin
sh: » (E: 55)
ediyor, hakikî dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor.
İşte, bu günde meydana çıkan
bu dehşetli cereyanı,
ancak ve ancak Hristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı; yani İncil, Kur'an ile ittihad ederek ve Kur'ana tâbi' olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlub edileceği iş'ar
buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın da vüruduna intizar etmek zamanının geldiğini mana-yı işarî ile ihtar ediyor. Mesmuata göre; bugünkü Amerika, aktar-ı
âleme tedkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek sâlim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muzdarib, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti
olacağına imanımız pek
kuvvetlidir.
Sevgili
üstadımız başımızda ve en âlî hakikatları taşıyan ve Kur'anın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça,
sevinçlerimiz hadd ü hududa alınmaz.
İşte bu hakikatların herbir cüz'ü, saha-i faaliyete
çıksa, her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor.
Buna bâriz deliller pek çok var. Hususuyla, inkâr-ı haşr mefkûresini mağlub eden Onuncu Söz matbu' nüshaları; ve bilhassa gizli tab'edildiği
halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek hârikaları taşıyan Âyet-ül Kübra risaleleri; ve inkâr-ı uluhiyet
mefkûresini zîr ü zeber eden Külliyat-ı Nur
Hüccet-ül Baliga ve Meyve gibi eczaları
meydanda... İnşâallah
Kur'anın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız sûr'unu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak,
imansızlığın emansız ateşini söndürüp, âb-ı hayat bahşeden şarab-ı kevserini, bütün dünyaya emanlı iman
vermekle içirecektir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Çok
kusurlu talebeniz
Hüsrev
* * *
Zâtınızın şahsıma karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü zannınızı, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi namına kabul edebilirim; yoksa kendimi o makamlarda görmek benim haddim değil.
Hem
"Risale-i Nur'un mesleği tarîkat değil, hakikattır; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır."
Risale-i Nur, bu hizmeti lillahilhamd en müşkil
ve ağır zamanlarda yapmış ve
yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve
Hüseyn'in (R.A.) ve Gavs-ı Azam'ın (K.S.) -ihbarat-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir daire
sh: » (E: 56)
sidir. Çünki Hazret-i Ali, üç keramet-i
gaybiyesiyle Risale-i Nur'dan haber verdiği
gibi; Gavs-ı Azam (K.S.) da kuvvetli bir
surette Risale-i Nur'dan haber verip tercümanını teşci' etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve
Gavsiyeye ait dört risale inşâallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i
vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız "Bu yazılmamalı idi" diye küçük bir tenkid etmişler.
Ben de cevab verdim, onlar sustular. Zâten Üveysî
bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam'dan (K.S.) ve Zeynelâbidîn
(R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.
Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; duanızın himmetiyle, onbeş günden ziyade şiddetli bir hararet içinde
tehlikeli ve zehirli hastalığın, iki gündür tehlikesi geçti.
Hastalıkla bir saat ibadet bir gün kadar olması cihetiyle, inşâallah yapamadığım çok hayratın yerini bu hastalık doldurmuş ve çok kusuratıma da keffaret olmuş. Fakat za'fiyet ve hastalık devam ediyor.
Latif
ve manidar bir tevafuktur ki; dünkü gün masumların
mecmuası elime geçti, açtım. O mecmuanın başında, o masumların bir kumandanı hükmünde ve Medrese-i Nuriye'nin kahramanlarından Marangoz Ahmed'in gayet zînetli ve nakışlı ve dikkatli yazdığı Küçük Sözler başında dercedilmiş gördüm. Mâşâallah Marangoz Ahmed dedim,
masumların çavuşu olmuş. Aynı günde bir mektubu elime geçti, açtım.
Marangoz Ahmed'in gönderdiğimiz mektubları arkadaşlara gecede okumak zamanında, iki çekirge mektubun başına gelip tâ bitinceye kadar dinlemelerini gördüm. Birkaç gün evvel biz mektubu yazarken, iki güvercin, mektubun
makbuliyetini ve müjdeci serçe ve kuddüs kuşlarının müjdelerini tasdik ettikleri
gibi; Marangoz'un iki çekirgeleri ve güvercinleri ve müjdeci kuşları tasdik ederek, biz dahi Risale-i
Nur'u tanıyoruz diye, lisan-ı halleri ifade ediyor diye latif ve manidar tevafuk olmuş.
Bu
münasebetle, o mecmua içinde mübarek kahramanlardan Küçük Ali'nin biraderzadesi
masum ve küçük bir Abdurrahman olan Hâfız
Ahmed'in yazdığı Sekizinci Şua'ın Sekizinci Remzinden bir sahife evvel bir fıkra nazarıma değdi. Bir-iki aydır size Risale-i Nur'un
makbuliyetine dair yazılan mektublarda şahsımın
hisse-i şerefi ve hüneri olmadığını ve sırf bir ikram-ı İlahî olmasına dair yazılan parçayı bu fıkrayı, o fıkraya alâkadar gördüm, size gönderiyorum. Onlara münasib bir
yerde ilhak edersiniz. O fıkra, Celcelutiye'nin fevkalâde
Risale-i Nur'a verdiği ehemmiyetten şahsımın bir
lem'ası, bir hüneri olmadığına
dairdir. Şöyle ki;
______________________________
sh: » (E: 57)
Orada
demiştim: Hem ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı
olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatım
yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı
halketmek; kudret-i İlahiyenin şe'nlerindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin
ederim ki: Risale-i Nur'u senadan maksadım,
Kur'anın hakikatlarını ve imanın rükünlerini teyid ve isbat ve
neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime hadsiz şükrolsun ki; kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıblarını ve
kusurlarını bana
göstermiş ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.
Evet
kabir kapısında
bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane
bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir. Cenab-ı Hak beni böyle hasaretlerden muhafaza eylesin,
âmîn!
Umum
kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını rica ederiz.
* * *
Aziz,
sıddık, mübarek kardeşlerim!
Sizin
mübarek Ramazanınızı ve Leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes'id ediyoruz.
Cenab-ı Erhamürrâhimîn, emsal-i kesîresiyle sizleri müşerref eylesin, âmîn!
Bu
Ramazan-ı Şerifte gerçi bir tesmim
neticesinde ziyade sıkıntı ve ızdırab
çektimse de Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, sabır ve tahammül ihsan eyledi. Ve
hastalığın ehemmiyetli sevabı da ızdırabın
verdiği gaflet noktalarını izale eyledi. Dualarınız
berekâtıyla, bu defa da o tesmimden tam
kurtuldum. Fakat verdiği za'fiyet ve sarsıntı, arasıra sıkıntı verir.
Size
yazmıştım ki: Nasıl "Hizb-i Nuriye" Risale-i Nur'un ve Âyet-ül Kübra'nın bir hülâsasıdır; öyle
de on dakika zarfında Hizb-i Nuriye'nin bir hülâsası, bu Ramazan-ı Şerif'in feyzinden ve Ramazan'da
te'lif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Âyet-ül Kübra'nın otuzüç mertebe-i vücub u vücud
ve tevhid otuzüç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi; ruh ve hayal ve kalb o noktadan öyle
bir inbisat ve inkişaf etti ki, herbir mertebenin söylediği
لآَاِلَهَ
اِلاَّاللَّهُ"Lâ ilahe illâllah" şehadetini dediğim vakit, o
sh: » (E: 58)
küllî lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid
hissettiğimden, "Âyet-ül Kübra" güneş gibi iman nurlarını ruhlara telkin edebilir. Şeksiz şübhesiz kanaat ettim ve gördüm ve İmam-ı Ali'nin (R.A.) ona verdiği ehemmiyetin sırrını bildim.
Bu
defa Isparta umum şakirdlerinin hissiyatı ile Risale-i Nur kahramanı Hüsrev'in yazdığı mektub, gerçi hakkım olmayarak bana ziyade hisse
vermiş, fakat Isparta ve civarı
kahraman şakirdlerinin tam derece-i
irtibatlarını ve
Risale-i Nur'un tam kıymetini gösterdiğinden ve mektublarım içinde ve Lâhika'ya, hem daha münasib gördüğünüz makamlarda yazmağa lâyıktır. Size bir sureti yeni hurufla gönderiliyor. Pek çok alâkadar olduğum
Kastamonu ve içindeki ehemmiyetli kardeşlerim,
Isparta şakirdleriyle vasıta-i irtibat Mustafa Osman, hakikaten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir
iş görmesinden, birinci saftaki haslar
içine girmeğe hak kazanmış. Demek ihlası tamdır ki, az bir zamanda çok zaman işini gördü. Cenab-ı Hak onun emsalini o havalide çoğaltsın ve selâmet versin, âmîn.
Umum
kardeşlerime ve hemşirelerime
birer birer selâm ve tebrik ve dua ediyorum.
Said Nursî
* * *
[Gayet
ehemmiyetli iki mes'eleyi; sizlere -zekâvetinize itimaden- Risale-i Nur'da
müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.]
Birincisi:
Risale-i Nur'un hakikî ve hakikatlı bir şakirdi bulunan ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın kâtibi, bu defa yazdığı mektubda, haddimden bin derece
ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat
soruyor. Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini ve hilafet-i
nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilafet-i
maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.
Evvelâ:
Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez.
Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife,
çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle
bağlanmaz; bağlansa,
vazifeye ehemmiyetli zarardır.
Sâniyen:
Risale-i Nur'un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur'andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur'anda arkadaşları olan
hâlis ve metin ve
sh: » (E: 59)
sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve
kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur'un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını
onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla
bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.
Sâlisen:
Bu zaman, cemaat zamanıdır.
Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar,
cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin
yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye;
bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle
çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır.
Râbian:
Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya
reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir
derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır
diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle
gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade
hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i
Nur'un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye
bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i
siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı
çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden
zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de
inandırmaya çalışıyorlar.
Ezcümle, İkinci Mes'elede bir hâdise bu
hakikatı gösteriyor.
İkinci Mes'ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım
zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından
beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime,
başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plân neticesinde beni hiddete getirip Risale-i
Nur'un, bahusus "Âyet-ül Kübra"nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak
etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız.
Şeksiz
sh: » (E: 60)
şübhesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ
لَكُمْ âyetine mazhar etsin.
Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip, münasib
bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç
olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile
beni alsınlar.
Said Nursî
* * *
Aziz,
sıddık, çok mübarek, çok faal, çok
hâlis, çok kıymetdar kardeşim Hüsrev!
Senin
bayramın ikinci gününde elime geçen mektubun bir güvercin
haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir eden hâdise-i taarruziyeden neş'et eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilâç hükmüne geçti; bu
manayı hatıra getirdi: "Sana ihanet
eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, Gül ve Nur fabrikasının kahramanlarının hârikulâde hürmet ve ihtiramları varken böyle bir-iki vicdansızın hakaretine değil, milyonlarca düşmanların ihanetlerine karşı gelebilir ve hükümden iskat
edebilir" diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki; kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur
bahçesinde bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalâde hüsn-ü zannınız o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi vesile olduğu
cihetinde hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm.
O
mektubun birinci sahifesi güzeldir; ben de iştirak
ediyorum. İkinci sahifede birkaç yerde kalem
karıştırdım,
ta'dil ettim. Ezcümle: Hazret-i Hasan Radıyallahü
Anh'ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un CEVŞEN-ÜL KEBİR'den ve CELCELغTİYE'den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i
hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i
hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın kısacık müddetini
sh: » (E: 61)
uzun bir zamana
çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidadda
bulunan, Risale-i Nur'dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü
Anh'ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi
hükmündedir diye senin mektubunu ta'dil ettim. Buna kıyasen, sana vekaleten bir-iki yerde kalem karıştırdım.
Fakat aynı günde mahkeme, kitablarım içinde bana teslim ettikleri mektublar müsveddeleri ve onların üstünde yeşil kalemle işaretlerine göre çok ehemmiyet verdikleri o
müsveddeler içinde bu size yazdığım noksan bir parçayı gördüm; fesübhanallah dedim.
Mektubuna benimle cevab ver diye manasını aldım. Belki bu parça Lahika'ya girmiş, ben de size aynını yazıyorum.
Parça budur:
"Benim
çok kusurlu şahsıma
hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp o
noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya
kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir
vesile olur. Sizi kardeşliğimden
kaçırmamak, pişman
etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz
makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım.
Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetinize muhtacım.
Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet
kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette,
taksim-i mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve
kıymeti ve üstadlığı ve
irşadı bize kâfidir.
Madem
bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye
bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit
hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur'un
talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat
etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek
yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz."
Elhak, bunda tam terakki etmişsiniz. (Parça bitti)
* * *
sh: » (E: 62)
Aziz,
sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!
Hem
maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden
sual ediyorlar ki: "Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli
kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur'un intişarına,
fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük
makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle
çekiniyorsun?
Elcevab:
Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi' ve basamak
olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman
hakikatlarını ders
versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine,
Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi' olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı,
hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale
eylesin.
"Amma
manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın istedikleri nuranî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen reddedilmeyecek derecede senedler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana
veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?"
Elcevab:
Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını
kurtarmak için kendini feda eder; öyle
de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan
muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var- kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i
Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve
bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde
ve enaniyet ve hodfüruşluğun
heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tâbi' ve basamak
yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa,
daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında
kendini muhafaza etmek ve o ma
sh: » (E: 63)
kamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.
Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat
kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan,
hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin
fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler
adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden
sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şübheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler.
Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.
Hattâ bu
defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünki mes'ele şaşaalandığı için, doğrudan doğruya avam-ı nâs bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler
diye, dedim: "Ya Rabbi, bunu ıslah et
veya cezasını ver. Fakat böyle
kerametvari bir surette olmasın." Bu münasebetle bir şeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:
Bu defa
mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektubları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektub gördüm; belki Lâhika'ya girmiş. Risale-i Nur'un şakirdlerinin
maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu'daki tokat yiyenler
gibi şübhe kalmamış; beş adam, aynen burada da tokat yediler. (*)
Risale-i
Nur'un bir kâtibi dedi ki: "Neden dostların
kusuratına tokat gelir. Hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?"
Elcevab:
Memur olmayan veya hususî, şahsı itibariyle hıyanet
eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur; ve tam sadakat edenlerde,
maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara
mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz
hıyanet eden, ilişen; o
memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zâhiren
hususî tokat yememiş gibi görünüyor.
_____________________________
(*) Evet
biz gözümüzle gördük, hiç şübhemiz kalmadı.
Buranın talebeleri namına
Ceylân, İbrahim
sh: » (E: 64)
Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler
olsa اَلظُّلْمُ
لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kaidesince, küfür derecesine giren
öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te'hir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tacil edilmez.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
* * *
ANKARA'DA BULUNAN EMNİYET-İ UMUMİYE MÜDÜRÜ BEY'E!
[Yirmi
senedir gayr-ı resmî, hem haps-i münferid, hem tecrid-i mutlak içinde
bulunduğu ve sebebsiz evham yüzünden emsalsiz tazyik gördüğü halde sükût eden bir bîçare ile resmî değil, hakikî ve ciddî görüşmek istersen az sizinle konuşacağım.]
Evvelâ: İki sene, iki mahkeme, yirmi sene hayatımın eserlerini, mektublarını tedkikten sonra, idare ve asayiş aleyhinde hiçbir madde bulunmadığına ve
bulmadıklarına delil; mahrem ve gayr-ı mahrem
bütün kitablarımı beraetimle beraber iade etmeleri cerhedilmez bir
hüccettir, bir seneddir.
Yirmi
seneden evvelki hayatım ise, bu vatan ve millet lehinde fedakârane sarfolunduğuna delil, eski harb-i umumîde gönüllü
alay kumandanı olarak başkumandanın takdiratı altında hizmetlerimle ve harekât-ı milliyede fevkalâde hizmetimi Ankara'daki hükûmet reisleri takdir ile ve
Meclis-i Meb'usan beni orada görmekle alkışlamasıdır.
Demek bu yirmi senede bana verilen azab, bütün bütün
kanunsuz ve keyfî bir muameledir. Bu yirmi sene kırk
bayramımı münzevi, yalnız
geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.
Hem
emniyet-i umumiye reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lâzım. Çünki mahkemelerce sabit olduğu gibi, Risale-i Nur'un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle asayişin
temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesad ve ihtilâllerin önünü kesmek olmasından, kudsî ve manevî inzibat komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilayet zabıtaları anlamışlar.
Bu
âhirde pek ziyade, ahaliyi memurlar benimle görüşmekten
sh: » (E: 65)
ürkütmek cihetiyle anladım ki,
hakkımda haddimden fazla ve lâyık olmadığım teveccüh-ü ammeyi kırmak için imiş. Ben de
size bunu kat'iyen beyan edip ve has kardeşlerime
mahremce yazdığım mektublarda teveccüh-ü ammeyi kat'iyen -mesleğimize ve ihlasımıza muhalif olduğu için- şahsıma kabul etmiyorum ve reddediyorum. Ve o hususta, çok has
kardeşlerimin de hatırlarını kırmışım. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'in hakikatını emsalsiz bir surette tefsir eden Risale-i Nur'un kıymetini gösteren eski zâtların gaybî
haberlerini kabul edip yazmışım. Ve kendim âdi bir hizmetkâr olduğumu isbat etmişim. Farz-ı muhal olarak bu teveccüh-ü ammeye taraftar olsam da,
asayiş lehinde hizmet edecek ve sizin gibi asayiş memurlarına faidesi dokunacak.
Madem ölüm öldürülmüyor; hayattan çok ziyade ehemmiyetli bir
mes'eledir. Yüzde doksanı bu hayatın selâmetine çalışıyorlar;
biz Risale-i Nur şakirdleri de, herkesin başına
muhakkak gelecek olan ölümün dehşetli hücumuna karşı
mücadele ediyoruz. Hadsiz şükür olsun ki; şimdiye
kadar o ölüm idam-ı ebedîsini, yüzbinler adam hakkında terhis tezkeresine Risale-i Nur ile çevirdiğine yüzbinler şahid gösterebiliriz. Bu hakikat noktasını sizin gibi vatanperver, milliyetperverlerin bizi teşviklerle alkışlaması lâzım gelirken, evhamlarla ittiham altına alıp tarassudlarla taciz etmek, ne kadar insaftan ve
hamiyetten uzak olduğunu insafınıza havale ediyorum.
Gayr-ı resmî tecrid ve haps-i
münferidde
Said Nursî
* * *
AFYON
EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜNE!
Ben
sizin insaniyet ve vicdanınıza
itimaden, mahrem işlerimi size beyan ediyorum. Hem
vazife itibariyle siz, bizimle pek çok alâkadarsınız. Çünki Risale-i Nur'un asayiş noktasında yirmi seneden beri yüzbin şakirdinden hiç bir vukuat olmadığı
gibi; pek çok zabıta memurlarının itiraflarıyla ve bir şey aleyhimizde kaydetmemeleriyle,
bunu isbat eder. Buraya, Ankara emniyet-i umumiye müdürü geldiğini bir çocuktan işittim. Her halde benim halimi
soracak diye bir şey kaleme aldım ki, rahatsızlığım
münasebetiyle ona konuşmak yerinde takdim edeyim. Birden
gittiğini işittim. Size leffen onu gönderiyorum; münasib görseniz, bera-yı malûmat ona gönderirsiniz. Ben dünya işlerini bilmiyorum, halklar ile
sh: » (E: 66)
görüşemiyorum.
Senden başka burada kimsem yok ki re'yini
alayım. Benim şahsıma ait mes'ele gerçi çok ehemmiyetsizdir, cüz'îdir; fakat Risale-i Nur'a
ait mes'ele; bu vatan ve millette pek çok ehemmiyeti var.
Size
kat'iyen ve çok emarelerle ve kat'î kanaatımla
beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu
millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm'a
ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini,
haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini
onun ibrazıyla gösterecektir.
Said Nursî
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Aliköyü'nde Risale-i Nur şakirdlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerimeyi soruyor. Şimdi
zamanım izaha müsaid olmadığı için
kısaca bir-iki cümle beyan ediyorum.
"Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz"
mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî
ile bilinen kat'î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şübhe ile, münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem لآَاِلَهَ
اِلاَّاللَّهُ"Lâ ilahe illâllah" der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tövbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköy'de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatına dâhil olmamak lâzım gelir. Çünki münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (A.S.M.)
aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i
Beyt'in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar
ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid'a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zendekaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve
onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet
ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar
yeter.
sh: » (E: 67)
Hem
madem Risale-i Nur şakirdlerinin en büyük üstadı, Peygamber'den (A.S.M.) sonra Celcelutiye'nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu'dur; onun
muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur'un derslerini Sünnîlerden
ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyt'e muhabbet davaları yanlış olur. Zâten kaç sene evvel, o
Alevî köyünde üç Ali'nin himmetiyle
masumlar Risale-i Nur'u şevk ile yazmalarını işittim.
Hattâ o zamanda, o köyü de duama dâhil etmiştim. İnşâallah
yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz
Ali'nin himmetiyle ve Hâfız Ali'nin (R.H.) vârisi Küçük Ali
gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım
Sünnî, Alevî ittifak edecek.
* * *
Geçen
hâdise-i ihanetten merak etmeyiniz. O hâdise söndü, plânları akîm kaldı. O yapan adam da, şimdi kendini nefret-i umumîden kurtarmak için yeminler ile inkâr ediyor.
Ben onu, o olduğunu bilmedim. Yoksa ilişmezdim. Zâten iliştiği
yoktur. Elini uzattı, başımdaki mendili açtı; hem de buraya Ankara emniyet-i
umumîsi mühim memurlar ile buraya gelmesini haber aldığı için o ihanete cesaret etti. O büyük memurlar buraya geldiler. Benim
aleyhimde olan vali Rumelili olmasından
benimle görüştürmedi.
Ben de size gönderdiğim konuşmak parçasını Afyon Emniyet Müdürü vasıtasıyla Ankara'da ona göndermek için, bunun ile melfuf pusla ile Afyon emniyeti dairesine gönderdim. Ben de kat'iyen müteessir değilim.
Zâten ehemmiyeti de kalmadı. Siz de hiç merak etmeyiniz. Hem
her şeyde olduğu
gibi, bunda da kader-i İlahî benim hakkımda onların o zulmünü ehemmiyetli bir
merhamete çevirdiğini kat'iyen gördüm, Allah'a şükrettim.
Dünkü
gün, bayramdan sonra bana göndereceğiniz emanetleri beklerken, mektubunuzu aldım;
"Bir iş'ar olmazsa, on gün sonra takdim
edeceğiz." cümlesini gördüm.
Demek telaş etmişsiniz, onun için göndermediniz. Endişe edilecek bir şey yok. Fakat buraya ehemmiyetli
memurlar geldikleri zamanda göndermemek, emanet buraya
gelmemek, ihtiyarsız bir güzel ihtiyat olmuş.
* * *
sh: » (E: 68)
Salahaddin'in
pek uzun ve on mektub kadar beni memnun eden ve sadakatine ve sebatına bu fırtınalar
hiç tesir etmediğini ve daima bir Abdurrahman
hükmünde bulunduğunu ve o havalideki kardeşlerimiz fütursuz çalıştıklarını bildiren mektubunu aldım, mâşâallah dedim. Baba ve oğlu Isparta kahramanları gibi sarsılmıyorlar. Fakat şimdi Risale-i Nur'un tab' suretiyle intişarı, hakikî bir ihlas ve kuvvetli bir tesanüd ve birbirinin kusuruna
bakmamak lâzım geldiğinden, Kastamonu Vilayetindeki kardeşlerimiz,
Isparta'lılara ihlas ve tesanüdde benzemeye
mecburdurlar. İnşâallah
onlar dahi, şahsî hissiyatlarını bu kudsî hizmetin zararına istimal etmeyecekler.
Hem
gerçi Risale-i Nur, parlak ve kuvvetli hakikatlarıyla
serbestiyetini kazanmış ve düşmanlarını bir
cihette mağlub etmiş, fakat eskiden ziyade ihtiyata ihtiyacımız var. Çünki münafık düşmanlar durmuyorlar, bahaneler arıyorlar, hükûmeti iğfale çalışıyorlar.
Salahaddin
hususî, kendine ait bir mes'eleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o haslar
içindedir, kat'iyen Risale-i Nur'un hizmetine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki; o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur'un
hizmetinde yardımcı
olarak çalıştırsa,
o hayata girebilir. Çünki hasların hayatı, Risale-i Nur'a aittir ve şahs-ı manevîsini temsil eden şakirdlerinin tensibiyle kayıd altına girebilir. Peder ve validesinin reyleri de varsa, inşâallah zararı olmaz.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Merak
etmeyiniz, telaş edilecek bir şey yok. Yalnız bayramdan sonra Ankara
emniyet-i umumî müdürü, mühim memurlarla buraya gelmeleri ve bir cihette
benimle de gizli alâkadar bir surette gelmesinden evvel bir kumandan, onların gelmesinden cesaret alıp hafifçe bana ilişti. Fakat sonra pişman oldular. O büyük memurlar
geldikten sonra, mûcib-i endişe birşey olmadı. Tahminimce, bana ait mes'ele
bir derece kardeşlerime sirayet etmesi cihetiyle,
Feyzi'ye zâhiren hafifçe ilişilmiş. Fakat ben merak ediyorum, onu taharri etmekte neyi bahane etmişler? Neyi aramışlar? Tafsilâtı nedir? Madem iki sene tedkikattan sonra üç mahkeme kitab
sh: » (E: 69)
ve mektublarımızı
bilâistisna bize iade etmiş, biz de dünya siyasetiyle
alâkadar olmadığımız
onlarca tahakkuk etmiş, daha ne arayabilirler? Olsa
olsa hususî, belki kıskançlık eseri veyahut garaz veyahut gizli zındıkların tahrikiyle böyle bazı kanunsuzluklar kanun namına yapılıyor.
Bu hallere mukabil, tam metanet ve tesanüd ve sarsılmamak ve telaş etmemek lâzımdır.
* * *
Aziz,
sıddık kardeşim!
Câmide
az görüştük; lüzumlu bazı şeyler söyleyeceğim, hatırında
kalsın.
Evvelâ:
Bedre'deki yüz senelik vazifeyi on sene zarfında gören Sabri kardeşimizin samimî dostları olan Hakkı, Hulusi, بِاسْمِهِ
سُبْحَانَهُ Mehmed ve Barla'da Şamlı, Süleyman, Bahri gibi kıymetdar kardeşlerimize benim tarafımdan çok selâm ediyorum.
Sâniyen:
Küçük Ali'nin büyük kardeşi mübarek Mustafa'nın Abdurrahman'dan irsiyet aldığı
vazifesini, kahraman kardeşi ve mübarek mahdumu o vazifeyi
tamamıyla görüyorlar. Onun vazifesi ve
hizmeti devam ediyor, merak etmesin. Hâfız
Mustafa, elhak merhum Hâfız Ali'nin zamanında onunla beraber ektikleri nuranî tohumların çok mübarek mahsulâtı var.
Hem
Hâfız Ali'nin (R.H.) vefatından
sonra hapiste onun yerinde bana hizmeti, her vakit onu, benim hatırıma getiriyor. Merhum Lütfü'nün
ehemmiyetli vârislerinden Abdullah Çavuş, kahraman Tahirî ile Atabey'i Nurs karyem hükmüne getirmişler. İslâmköy'lü Abdullah, Hâfız Ali (R.H.) zamanında Risale-i Nur'a çok hizmet etmiş.
Onlara umumen selâm ediyorum. Mübarek Tahirî'nin küçücük bir Medrese-i Nuriye
hükmünde hanesindeki mübareklere dua ediyorum. Yeni bir Hâfız Ali (R.H.) nümunesini gösteren ve Milas'lı Halil İbrahim'in sadakatını andıran İslâmköy'lü Halil İbrahim ve orada ona benzeyen
kardeşlerime de pek çok selâm; ve bilhassa Isparta'da
kahraman Rüşdü'nün kahraman kardeşi Burhan bizi çok minnetdar ettiğini
ve az bir işle bize ve Risale-i Nur'a pek çok
iş gördüğünü söyleyiniz. Zâten sana şifahen söylemiştim, unutma, hususî Zekâi'yi de gör ve de ki: "Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum. Yine Zekâi namında
ve suretinde biraderzadem Abdurrahman'ı yine
bana verdi." Daha şifahen söylediklerimi sen bilirsin, sen benim mektubumsun.
* * *
sh: » (E: 70)
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Sizin
bu defa neş'eli güzel mektublarınız, Risale-i Nur'un serbestiyeti
ve matbaa kapısıyla
intişarı hakkında beni çok mesrur eyledi; ve kahraman Tahirî'nin yine bu ehemmiyetli işde çalışması için
buraya gelmesi, beni şiddetle dünyaya bakmağa sevketti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim
bu derece istiyorlar, çaresini arayacağız.
Gecede kalbime geldi ki: İki ehemmiyetli sebebden, inayet-i
İlahiye tam serbestiyet ve eski harflerle tamamını tab'etmek tam müsaade etmiyor.
Birinci
sebeb: İmam-ı Ali'nin (R.A.) işaret ettiği gibi, perde altında her müştak, kendi kalemi ile veyahut başka
kalemi çalıştırmasıyla büyük bir ibadet ve âhirette şehidlerin
kanıyla racihane müvazene edilen mürekkep ile mücahede
hükmündeki kitabetle envar-ı imanı neşretmektir. Eğer tab'edilse, herkes kolayca elde ettiği
için, kemal-i merakla ona çalışamaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder.
İkinci sebeb: Risale-i Nur'un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâmın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek olduğundan, tab' yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla tab'etmek
lâzım gelecek. Bu ise Risale-i Nur'un yeni hurufa bir
fetvası olup, şakirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeğe sebeb olur. Onun için şimdiye kadar pek çok müstehak ve
lâyık iken, Risale-i Nur'a serbestiyet verilmemişti. Lillahilhamd şimdi hakikatlarının kuvvetiyle serbestiyeti kazandı. Hattâ eski harfle tab' yasak iken, Âyet-ül
Kübra'yı bize teslim ettirip, bir
keramet-i ekber gösterdi.
Biz şimdi gayet mühim ve herkese lâzım
Meyve ile Hüccet-ül Baliga'yı ikisi bir cild olarak yeni
hurufla tab'etmek için Tahirî ile İstanbul'a
gönderdim. Yalnız
Meyve'nin Onuncu ve Onbirinci Mes'elelerini vakit bulamayıp tashihsiz ona verdim. Şayet tab'edilse, o iki mes'eleyi tam tashih
edip ona gönderirsiniz.
Hem o
iki risale; dâhilde, ya hariçte, aşikâre
veya gizli, İstanbul'da veya dışarıda eski harflerle tab'etmek lâzımdır.
Hem
Mu'cizat-ı Kur'aniye zeyilleriyle ve
Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) dahi
zeyilleriyle beraber ikisi bir cild içinde eski harflerle imkân dairesinde ya İstanbul veya başka yerde eski harflerle,
tevafuklu Hizb-ün Nuriye, Hizb-ül Kur'an gibi
sh: » (E: 71)
tab'etmesine
çalışmak lâzımdır ki;
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın göze görünen tevafuk mu'cizesinin muhafaza ile tab'edilmesine mukaddeme olsun.
Fakat teenni ile, meşveret ile, ihtiyat ile bu kudsî
mes'eleye çalışmak lâzımdır.
Umum
kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederiz.
Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür
olsun, en eski şakirdlerden olan Kâtib Osman ve
Halil İbrahim, hiç sarsılmadan,
değişmeden sadakatlerinde demir gibi
devam edip çoklara da hüsn-ü misal oluyorlar.
* * *
YİRMİYEDİNCİ MEKTUB'UN LAHİKASININ ZEYLİ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ
بَرَكَاتُهُ
Aziz,
sıddık kardeşlerim!
Bu
defa şehid merhum Hâfız
Ali'nin ehemmiyetli bir vârisi ve Denizli talebelerinin yüksek bir mümessili ve
Denizli şehrinin Risale-i Nur'a karşı fevkalâde teveccühünün bir tercümanı
kardeşimiz Hasan Feyzi'nin edibane, Risale-i Nur hakkında fevkalâde senakârane pek uzun bir mektubunu aldım. Risale-i Nur'un bana teslim
olması münasebetiyle, kardeşimiz
Hâfız Mustafa'nın çalışması hakkında yazdığım mektubun içinde Risale-i Nur'un
çok ehemmiyetli kıymetini muhtasar bir surette
beyanatıma ve hiss-i kablelvuku'
mektublarımdaki ehemmiyetli davalarıma bu uzun mektub tam bir izah ve Denizli
şehrinin Risale-i Nur lehinde bir
kuvvetli şehadeti ve bir şahidi olmak cihetiyle, hem bu zât mekteb fenlerinde çok zaman alâkadar
olup kıdemli bir muallim ve âlim olması haysiyetiyle, Risale-i Nur hakkındaki
bu parlak şehadeti çok ehemmiyetli gördüm. Yalnız, bana bakan kısımları ya tayy veya ta'dil etmeyi münasib gördüm.
Bir, iki, üç yerde de herkese göstermek münasib görmediğimden, çizgi altına aldım ve sizlere de Yirmiyedinci
Mektub'un veya lâhikasının bir
zeyli olarak gönderdim. Bu parça mektubumu, onun
mektubunun başında yazabilirsiniz. Hasan Feyzi
kardeşimiz, onun bazı
cümlelerini tayyetmemden gücenmesin. Çünki
umum talebelere o tayyolunan kısım lâzım değil, hususî bazılarda kalabilir.
Bu
zât, doğrudan doğruya hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeyi bir şahs-ı manevî mahiyetinde, Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin cese
sh: » (E: 72)
dine girmiş ve
eczalarının
libasını giymiş bir tarzda, fevkalâde bir sena ile ona hitab ediyor. Ben baktıkça, birden itirazkârane "hüsn-ü zannı pek
ziyadedir" tahattur ettiğim dakikada, hakikat-ı Kur'aniye manen dedi: "Cesede, libasa bakma; bana bak. O, benim
hakkımda konuşuyor. Doğru söylemiş." Ben daha ilişmedim. Yalnız Risale-i Nur tercümanı hakkında sarihan veya işareten veya kinayeten onun
haddinden pek fazla senakârane tabiratı
ta'dil etmeye lüzumu var. Başkalar, hususan ehl-i tenkid
insanlar nazarında bîçare şahsıma bu nevi hüsn-ü zannını kabul etmemek mesleğimize lâzım geliyor; ta'dilime gücenmesin.
* * *
O
(Bediüzzaman), Nur'un hâdimidir. Eğer
dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve
behiyeleri, zekat ve sadakaları ve bu teberru' ve terekeleri
alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer'in (R.A.) dediği gibi: Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah'ın habibi Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâm'a ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım
diyor. "Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim" fermanına, "Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim" diye verilen cevab-ı Hazret-i Risaletpenahî'ye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk
ve hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazeninini envar-ı Kur'aniyenin intişarına
sarf ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı
hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.
"Lütf
u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,
Ol
azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi."
Niyazi-i Mısrî
gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan
ve nurunu âleme sultan eylemiştir.
Ona
"Kürdî" denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali'de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًا kelimesinin
hazf ve kalbiyle "Kürd" îma ve işaretinin
bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb'idini îcab ettirmez. Bu isnad ve
izafe, Kürdistan'da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve
meşhur olan bu zâtın
Risalet-in Nur'un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir;
yoksa
sh: » (E: 73)
Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ü ihfa için
olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyn'e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve
hayatının mühim bir kısmını hep
Türklerle meskûn olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve
mülahazalar olsa gerektir.
Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için
Kerbelâ'da
revan olan dem için
Şeb-i
firkatte ağlayan göz için
Râh-ı aşkında
sürünen yüz için
Risale-i
Nur'a ve Üstada ve İslâm'a zafer ver ya Rabbî!.. Âmîn!
Ey
Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i
istikbali sönsün. İzzet ve ikbali ve şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.
Boyun
bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leylâ
Sözün ferşte, gözün Arş'ta, gönül meftun sana cânâ
Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur
Bağın Nursî, huyun munis, özün idris ferd-i
yekta
Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde
var zarif bir tül
Yazılmış üstüne nurdan قَابَ
قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى
Sana cânın feda etmez mi
senden hem görenler
hak
Sözün hak, hem özün hak, hem mesleğin hak, hem makamın Kâ'be-tül Ulya.
يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّهُ مُتِمُّ
نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Üstadım Efendim Hazretleri!
Ben, bu yazıları Risalet-in Nur'un
eli ve kalemi ve dili ile bu hakir kalbime ondan sıçrayan küçük bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü ve imdad
ve ilhamın
kesilmemesini rica eder ve hürmetle ellerinizden öper ve dualarınızı beklerim efendim.
Duanıza muhtaç talebeniz
Hasan
Feyzi
(Rahmetullahi
Aleyh)
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Size dört mes'eleyi beyan etmek
kalbime ihtar edildi:
Birincisi: Hem lisan-ı hal, hem lisan-ı kal ile ve başka tezahüratlarla
sorulan bir suale cevabdır.
sh:
» (E: 74)
Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem
kerametlidir, hem tarîkatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor
ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette
velayet derecesindeler. Neden evliyalar gibi manevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî
kerametlere mazhariyetleri görülmüyor;
hem onun talebeleri de öyle
şeyler
aramıyorlar.
Bunun hikmeti nedir?
Elcevab: Evvelâ sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat
zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir
maksad olup, uhrevî ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî
ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.
Sâniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarîkatta
sülûk eden âmi ve yalnız
imanı
taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaîf olanları takviye ve vesveseli
şübhelilere
kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur'un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiç bir
cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek
cihetinde kerametlere, keşfiyatlara
hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve
kerametlerin çok fevkinde olmasından,
hakikî şakirdleri
öyle
keramet gibi şeyleri
aramıyorlar.
Sâlisen: Risale-i Nur'un bir esası, kusurunu bilmekle
mahviyetkârane yalnız
rıza-i
İlahî
için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen
ehl-i tarîkatın
mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin
nazarında
onlara sû'-i zan edip o mübarek zâtları, benlik ve enaniyetle
ittiham etmeleri gösteriyor
ki; Risale-i Nur'un şakirdleri
şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek,
peşinde
koşmamak
lâzım
ve elzemdir. Hem onun mesleğinde
şahsa
ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un
mazhar olduğu
binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât
ve çalışanların maişetindeki bereket gibi
ikramat-ı İlahiye
umuma kâfi gelir; daha başka
şahsî
kemalât ve kerameti aramıyorlar.
Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fâni
olmak haysiyetiyle âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez.
Halbuki hazır
lezzete meftun kör
hissiyat-ı
insaniye fâni hazır
bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu
halet-i fıtriyeden
istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada
aramıyorlar.
Risale-i Nur şakirdlerine bu
noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda
bulundukları
halde, maişet
müzayakası
yüzünden haremi demiş
zevcine: "İhtiyacımız şediddir."
Birden, altundan bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Hare
sh:
» (E: 75)
mine
dedi: "İşte
Cennet'teki bizim kasrımızın bir
kerpicidir." Birden o mübarek hanım demiş ki: "Gerçi çok
muhtacız
ve âhirette de çok böyle
kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi' olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç
noksan olmasın.
Dua et, yerine gitsin; bize lâzım
değil."
Birden yerine gitti. Keşf
ile gördüler
diye rivayet edilmiş.
İşte bu iki kahraman ehl-i
hakikat, Risale-i Nur şakirdlerinin
dünyaya ait ezvak-ı
kerametlere koşmadıklarına bir hüsn-ü
misaldir.
İkinci Mes'ele: Tevafuk eğer müteaddid tarzda
ve ayrı
ayrı
cihette birbirini takviye edecek surette olsa, kat'iyet ve sarahat derecesinde
kanaat verebilir. İşte
hapisten sonra yazılan
bir kısım mektublarımız hem makbul, hem çok
ehemmiyetli, hem bu zamanda halk onlara çok muhtaç olduğuna bir emare olarak,
yazdığımız zaman -hilaf-ı âdet bir tarzda-
serçe kuşunun
ve kuddüs kuşunun
ve güvercinlerin garib bir tarzda odama gelmeleri ve birbirine tevafuk etmesi
ve Milas'ta ehemmiyetli bir kardeşimiz
Halil İbrahim'in,
kuddüs kuşu
bahsi bulunan mektubu aldıkları zaman, aynen, hilaf-ı âdet, kilitli bir
odasını açarken kuddüs kuşu oda içerisinde uçmağa çalışması, hem içinde bulunan
mektubu, hem bizim kuşlarımıza tevafuku; ve
Medrese-i Nuriye'deki şakirdlerin
o mektublarımızı okumak zamanında iki çekirge
mektubun başına
gelip dinlemeleri, sâbık
kuşlarda
tevafukatına
bu küçük kuşlar
dahi hem tasdik, hem tevafuk ettikleri gibi; İnebolu'daki sadık kardeşlerimizin imzalarıyla yine mektubumuzu
gecede okudukları
zaman gayet heyecanlı
bir tarzda bir gece kuşu
onları
korkutup, pencereye el atıp
iki kanadı
ile pencereyi döğerek
lisan-ı hal
ile ben de o mektubla alâkadarım,
bizi alâkasız
zannetmeyiniz diye yine sâbık
aynı
mes'eleye ve sâbık
kuşların alâkadarlıklarına, büyük kuş da tam tevafuk ve
tasdik ediyor. Aynı
mes'eleye bu kadar tevafukat (Haşiye)
hem mektublardaki mücmelen bahsedilen hakikatların çok ehemmiyetli olmasından ve nev'-i beşerin bu asırdaki vaziyetine
bakması
noktasında,
acaba kâinat kitabının hâdisat ve
mes'eleleri birbiriyle münasebetdarlığını düşünen ve hayali geniş bir ehl-i kalb ve
fikir böyle
dese, hakkı
yok mu ki: Güya beşer
gayet kesretli tayyareleriyle ve insan kuşlarıyla, kuşların âlemi olan cevv-i
havadaki kuşları hem korkutup, hem kuşlar âleminde acib bir
heyecanla nev'-i beşerin
gidişatına karşı kuşlar dahi ciddî
alâkadarlık
gösterip,
in
_____________________________
(Haşiye): Bu mektubu Üstadımızdan yeni almıştık. Ben yani Hüsrev,
okuyordum, arkadaşım
Tahirî yazıyordu.
Gül kahraman kuşu
odamızın penceresine konup
Hüsrev'in başını görmekle bırakıp gitti.
Hüsrev,
Tahirî
sh:
» (E: 76)
sanların bu zalim, tahribatçı canavar kuşlarına karşı kimler mukabele edip
onları
zulümden, tahribden vazgeçirip beşerin
menfaatinde ve saadetinde çalıştırmasına çalışan kimlerdir diye
Risale-i Nur mes'elelerine alâkadarlık gösteriyorlar denilse,
yeri yok mu? İhtimal
verilmez mi? Manasız
bir hayal denilebilir mi?
Üçüncü Mes'ele: Geçen üç sene
evvel Ramazan'da te'lif edilen ve yine bu sene Ramazan'da serbest intişar eden Âyet-ül Kübra'nın bir hülâsası olan Hizb-i
Nuriye'yi okudum. Fakat bir saatten fazla çekerdi. Birden o hülâsanın da bir hülâsası, on veya onbeş dakika aynı Ramazan'da tezahür
etti. Onu okuduğum
zaman, bütün Âyet-ül
Kübra'yı okuyorum gibi bir inkişafat-ı imaniye ve تَفَكُّرُ
سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ sırrına mazhar iki veya üç
sahifelik arabiyy-ül ibare okuyorum. Vakit bulamıyorum, kendi kalemimle size
yazayım. İnşâallah bir zaman size
yazacağım.
O parçayı
benim gibi anlayanlar, kendisine mahsus nüshalarından ya Âyet-ül Kübra'ya, ya
Hizb-ün Nuriye'nin âhirinde yazar, tesbihattan ve duadan sonra otuzüç defa لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ"Lâ ilahe illâllah" tesbihatımızın yerinde -yalnız sabah tesbihatında- manasını düşünerek onu
okuyabilir.
Dördüncüsü: İki noktadır:
Birincisi: Isparta kardeşlerimiz, hususan Gül
Nur kahramanı
Hüsrev, benim bu kış
münasebetiyle maddî hacetlerimi merak ediyorlar, yardım etmek istiyorlar.
Ben de onlara teşekkürle
beraber derim ki: Onların
Risale-i Nur'a hizmeti, her şakirdin
saadet-i ebediyesine menfaati gibi, benim de hakikî kışım suretinde olan
kabrimden sonraki kışta
ihtiyacatıma
o derece mükemmel yardım
ediyorlar ki; bu fâni, muvakkat kışın
hacatına
yardımdan
binler derece ziyadedir. Eğer
benim elimden gelse idi, bütün ruh u canımla, kemal-i iştiyak ile bütün onların hacat-ı maddiyesini temine
çalışırdım. Beni merak
etmeyiniz. İktisad
ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez bitmez.
İkinci Nokta: Bir zaman Küçük
Isparta namını alan ve her yerden
ziyade, geçen mes'elemizde hapis musibetini çeken İnebolu ve civarı kardeşlerimin gayet güzel
ve samimane mektubları,
beni çok mesrur eyledi. Yalnız,
Risale-i Nur'un kahramanlarından
baba-oğulun
meşrebleri
ayrı
ayrı
olduğundan,
birbiriyle tam imtizaç edemediklerinden endişe ediyorum. Baba ne kadar
haksız
da olsa,
sh:
» (E: 77)
oğul onun rızasını tahsil etmeye
mecburdur. Oğul
da ne kadar serkeş
de olsa, baba şefkat-i
fıtriyesini
ona karşı
esirgemez ve esirgememeli. Değil
böyle
baba ve evlâd ve mümtaz seciyeli ve Risale-i Nur'un baş şakirdleri, belki
birbirinden çok uzak ve düşman
da olsalar Risale-i Nur'un hatırı için Risale-i Nur şakirdlerinin
mabeynindeki tefani, birbirini tenkid etmemek, kusurunu afvetmek düsturu ile bu
iki kardeşim,
dünyevî ve cüz'î ve hissî şeyleri
medar-ı
münakaşa
etmesinler. Pederlik ve veledliğin
iktiza ettiği
hürmet ve şefkatle
beraber, Nur'un şakirdliği iktiza ettiği kusura bakmamak ve
afvetmek ve benim çok sevdiğim
iki kardeşim
-benim hatırım için- birbirini
tenkid etmemek lâzım
geliyor.
Umum kardeşlerime birer birer
selâm ve dua ediyoruz.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Manen maruz kaldığım iki şıklı bir sualin cevabıdır:]
Birincisi: "Neden en ziyade
senin şahsın hakkında hüsn-ü zan eden
ve sana büyük bir makam veren ve Risale-i Nur'la çok kuvvetli irtibatı bulunan ve sen de
onları
çok sevdiğin
halde, hizmet-i Nuriyenin haricinde senin şahsın ile temaslarını istemiyorsun ve
senin hakkında
fazla hüsn-ü zan beslemeyeni sohbette tercih ediyorsun, daha ziyade iltifat gösteriyorsun,
nedendir?"
Elcevab: Otuzüçüncü Söz'ün İkinci Mektub'unda
dediğim
gibi: Bu zamanda insanlar, ihsanını, muhtaçlara çok -u
uhreviyede hırs
ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde pahalı satarlar. Meselâ:
Benim gibi bir bîçareyi, sâlih veya veli zannedip, sonra bir ekmek verir ve
mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiat vermekten ise, bu ihsanı istemiyorum, diye
hediyelerin adem-i kabulüne bir sebeb gösterdiğim gibi; -Risale-i
Nur'un has şakirdleri
müstesna olarak- başkaları beni büyük bir
makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde,
dünyada, ehl-i velayet gibi nuranî neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve
alâkası
ile manevî ihsan eder. Böylelerin
bu nevi ihsanlarına
karşı,
istediği
fiata sahib olamadığım
için mahcub oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki
hizmette fütura düşerler.
Gerçi umûrve hizmetimizde -bazı
ârızalar
ile- inkisar-ı
hayal cihetiyle, şükür
yerine, me'yusiyetle şekva
etmeğe
sebeb olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve
sebatı
netice verdiği
için; ihlas dairesinde, hizmet nok
sh:
» (E: 78)
tasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde,
neticelerine ve semeratına
karşı
kanaatla mükellefiz. Meselâ: Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i
imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde
hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete
sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur'un hakikî
şakirdleri,
bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini temin
eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes'elelerde
hükümleri yerine, Risale-i Nur'un sarsılmaz hüccetleri -o
müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade- şakirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve
itikad başkasına da sirayet eder,
menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususî ve şahsî kalır.
Hattâ İlm-i Mantık'ta "kaziye-i
makbule" tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul
etmektir. Mantıkça
yakîn ve kat'iyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i Mantık'ta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna
ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez
delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır. Çünki ehl-i velayetin
amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve
perdeler arkasında
müşahede
ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim
içinde hakikata bir yol açmış;
sülûk ve evrad yerinde, mantıkî
bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf
ve tarîkat yerinde, doğrudan
doğruya
İlm-i
Kelâm içinde ve İlm-i
Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat
cereyanlarına
galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hatâ olmasın, nasılki Kur'anın gayet kuvvetli ve
mantıkî
hakikatı,
sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i
istinad oldu; taklidî ve aklın
haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de: Bu zamanda
onun bir mu'cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen
dehşetli
dalalet-i ilmiyeye karşı
avam-ı
ehl-i imanın
taklidî olan imanlarını, o dalalet-i
ilmiyenin savletinden kurtarıp,
umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi,
zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler
içinde, yine avam-ı
mü'minin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden
muhafaza ediyor.
Evet her tarafta, hattâ Hind ve Çin'de ehl-i iman, bu
zamanın
çok dehşetli
dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet'te
bir hakikatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şübheye ve vesveseye
düştüğü vakit birden işitir ki; bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlarını kat'î isbat eder,
felsefeyi mağlub
edip zendekayı
susturuyor, diye
sh:
» (E: 79)
anlar. Birden o şübhe ve vesvese zâil olup
imanı
kurtulur ve kuvvet bulur. Sualin ikinci şıkkı: "Sen, bir
mektubunda, şâirane
bir latifeyi -yani kuşların, mektublarını yazmak ve okumak
zamanında
yanınıza ve şakirdlerin yanına gelmelerini o
latifeyi- ciddî bir tarzda kardeşlerine
yazdın.
Halbuki o kuşlar,
hal-i âlemi ve Risale-i Nur'un hâdisata karşı faidesini bilecek
mahiyetinden uzaktırlar?"
Elcevab: Emir ve izn-i İlahî ve havl ve
kuvvet-i Rabbaniye ile, umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi; kuş taifesinin de bir
çobanı
var. Onlar bilmese de, emr-i İlahî
ile ve ilham-ı
Rabbanî ile çobanları
onları
sevkeder. O sevk-i fıtrî
ise, kuşlara
gelen ilhama dayanır.
Kuşlar,
ilhama mazhardırlar
ki; yaşı
bir günlük bir arı
yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile, o sevk-i
Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp, gelip yuvasına girer.
Evet nasılki küre-i arz,
Risale-i Nur ve şakirdlerine
gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur'a
gelen tazyikat ve müsadereyi tenkid etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı; elbette kuş nev'i de alâkadar
olabilir.
Evet insanın bir kısım sun'î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harab edip bin
adamı
mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahribçi kısmını; hem küre-i arza,
hem nev'-i beşere
müstebidane, merhametsiz tahribatına
karşı,
bu hayvanî kuşlar,
tesirli bir surette istikbali tenvir eden Risale-i Nur'u elbette manen tebrik
edip alkışlar,
diye suretindeki hâdise, gerçi çok tatlı bir latifedir, fakat çok
ince bir hakikat dahi içinde var.
*
* *
Kardeşlerim!
Bu defa Meyve Risalesi'nin tam kıymetini bilen ve
kendine Meyveci namını veren Risale-i Nur
santralcısının yazdığı mektub, beni çok
memnun eyledi. Çünki
Hulusi, Hakkı
gibi yirmi seneye yakın
bir zamandan beri mabeynlerinde olan samimane dostluk ve kardeşlik tam devam ve
sebat ettiği
gibi; onların
Risale-i Nur'a karşı
alâka ve irtibat ve sadakatları,
aynen mabeynlerindeki hâlisane münasebetleri gibi hem devam ediyor, hem metanet
kesbediyor, ârızalarla
sarsılmıyor. Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum ki; böyle hâlis, muhlis ve
başkalara
hüsn-ü misal olan sadık
şakirdleri
Risale-i Nur'a vermiş
ki, daimî hakta hulûs ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar. O
meyvecinin civarında
is
sh:
» (E: 80)
mini
söylemediğim malûm ve çok
alâkadar olduğum
kardeşlerim,
hususan Barla sıddıkları, beni çok defa
hayalen eski zamana ve o memlekete celbediyorlar. Barla ve dağlarında gezdiriyorlar.
Ben onlarla ve o yerleriyle çok alâkadarım, unutmuyorum. Onlara binler
selâm ediyorum.
Kozca hatibi Hasan Şükrü'nün mektubu
beni memnun eyledi; selâm ederim. Masumlar, ümmîler, hemşireler ve kaleme çalışanlar başta olarak umum kardeşlerime birer birer
selâm ve dua ediyoruz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said
Nursî
*
* *
Mahkeme tarafından bana iade
edilen, daha elime geçmeden postadan müsadere edilen mübarekler heyetinin
pehlivanı
Küçük Ali'nin bir mektubunu gördüm
ki; her iki sene bir defa bütün Risale-i Nur'u yazmağa karar vermiş, yapmış. Bu kahramanlığı ile benim, Risale-i
Nur'un birinci şakirdi
olan büyük Mustafa'da hakikî bir Abdurrahman'ı ve arkasında çok
Abdurrahman'ları
göreceğim diye keşfiyatımı tam tasdik etmiş ve o mübarek
Mustafa'nın
vazifesini tam yapmış.
Ve Hâfız
Mustafa dahi, Hâfız
Ali zamanında
tam bir muavini ve vefatından
sonra tam bir vârisi olduğunu
hapiste gösterdi.
Demek mübarek heyet-i âlîsinde, onsekiz sene evvel ümid ettiğim hizmet-i Nuriyeyi
tam yapmışlar
ve yapıyorlar.
Ektikleri tohumlar, onlar çalışmasalar
da, onların
bedeline mahsulât veriyor. Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve
dua ediyoruz.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Sizin leyali-i aşere olan mübarek o
geçmiş
gecelerinizi ve kudsî bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Cenab-ı
Hak, rahmet ve keremiyle ve hıfz
u himayetiyle ve tevfik ve hidayetiyle, Risale-i Nur'un tab' ve intişarına ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tevafuklu tab'ına sizleri muvaffak
eylesin, âmîn!
Sâniyen: Risale-i Nur'un bir hülâsası olan Âyet-ül Kübra ve
Hizb-i Nuriye'nin bir hülâsat-ül hülâsası hükmünde otuzüç kelime-i
tevhidin namaz tesbihatındaki
eskiden beri okuduğum
ve Risale-i Nur'un ekser hakikatları namaz tesbihatında inkişaf etmesiyle hayalim
fazla tevessü' ederek, o otuzüç ke
sh:
» (E: 81)
lime-i
tevhid herbirisini kâinatın
bir tabaka-i mahlukatının lisan-ı haliyle söylediği o kelimeyi ben o
lisan ile söylüyorum
gibi o küllî lisan-ı
hal benim cüz'î lisan–ı
kalimin aynı
olur. Ben, kemal-i zevk ile okuyorum. Size de suretini gönderiyorum. Benim şübhem kalmadı ki:
.تَفَكُّرُ سَاعَةٍ
ilâ
âhir sırrını taşıyan Hizb-i Nuriye'nin
onbeş
dakika zarfında
bu hülâsat-ül hülâsası
dahi aynı
sırrı taşıyor. Arabî
bilmeyenler Âyet-ül
Kübra'nın
mertebelerini güzelce anlasalar, bu Arabî parça tam anlaşılır. Arabî bilmeyen
birkaç defa ikisine baksa, tam anlayacak. Bunu ben yirmidört saatte bir defa,
ya sabah namazının tesbihatında veya başka vakitte en ziyade
usandığım
ve sıkıntı zamanında okuyorum. Bana
ulvî bir inşirah
verir, usancı
izale eder. Âyet-ül
Kübra ve Hizb-i Nuriye'nin âhirinde yazılsa, münasib olur. Manidardır ki; Âyet-ül Kübra ve
Risale-i Nur'un ekser hakikatları,
Ramazan'da ve tesbihatında
zuhuru gibi; bu Hülâsat-ül Hülâsa, aynen Ramazan'da ve tesbihatta zuhur etti.
Sâlisen: Bugünlerde haber aldım ki; heyet-i vekile,
benim nüfusumu Kastamonu'dan alıp
Emirdağı'na
nakletmeğe
karar vermişler.
Anlaşılıyor ki; Risale-i
Nur'a ve talebelerine ilişmeğe bahane bulamıyorlar.. yalnız ehemmiyetsiz şahsıma ehemmiyet
veriyorlar, kayıdlar
altına
alıyorlar.
Ben de size bütün kuvvetimle temin ediyorum ki; ben ruh u canımla, onların Risale-i Nur ve
talebelerine ilişmeğe bedel, bana ilişmelerini iftihar ile
kabul ediyorum. Güya başka
yerlerde birden bana iltihak ediyorlar ve men'ine çare bulamıyorlar; fakat burada
tam çare bulmuşlar
zannedip böyle
muamele oluyor, siz hiç müteessir olmayınız. Benim bu
vaziyetim, Risale-i Nur şakirdlerinin
fütuhatlarına
bir vesiledir. İnayet-i
merhamet-i İlahiye,
hakkımda
ehl-i dünyanın
haksızlıklarını büyük bir hayra
çevirecek kanaatındayım. Zâten mesleğimizde zaman, mekân
sohbetimize mani' olamaz. Şarkta, garbda, hattâ âhirette, berzahta olsa da
beraberiz. Meselâ; berzahta Hâfız
Ali (R.H.), hergün manen yanımızdadır. Bu hakikata
binaen, sûrî ayrılmağa, hattâ ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.
Râbian: Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz
Ahmed'in bülbülü, gül fabrikasının mübarek gülcü
kâtibinin bülbülünü tasdik etmesi pek latif olmuş. Zâten baharda umum kuşlar namına nebatat
kafilelerinin erzak-ı
hayvaniyeyi getirmelerine karşı
bülbüller bir hatibdir ki; onları,
kuşlar
namına
alkışlıyor. Ri
sh:
» (E: 82)
sale-i
Nur'un kuşlar
tarafından
alâkadarlıkları içinde elbette yine
başta
bülbül görünmek
lâzım
geliyor ki, göründü.
Safranbolu'lu muhlis, metin kardeşimiz Mustafa Osman, buradaki
kardeşlerime
bir-iki mektub gönderdim
diyor; mektubların
cevabını alamadığından telaş etmiş. Etmesin. İhtiyata binaen ve
Isparta vasıtasıyla muhabereye
itimaden ona ayrı
mektub yazılmamış; merak etmesinler.
Kastamonu'lu kardeşlerimiz
de telaş
etmesinler. Nüfusumun buraya nakli, Kastamonu ve onlarla alâkamı gevşetmez; bilakis daha
kuvvetli beni onlarla bağlıyor. Ben, ekser
vakitte hayalen ve manen kendimi Kastamonu'nun mübarek dağlarında ve o kardeşlerimin yanında buluyorum.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hakikî
vârislerim!
Bayram tebriklerine ait çok
mektubları
aldım.
Herbirine cevab vermeye vaktim, halim müsaade etmiyor. Herbir mektubu, çok
kardeşlerimi
temsil ederek bir has kardeşimiz
yazmış.
O mektublarda, tebrikten başka
bazı
ehemmiyetli noktalar da var; beni mesrur, minnetdar eyledi.
Ezcümle: Gül ve Nur fabrikası namına Hüsrev'in tebrik
mektubu, beni sevinçle ağlattırdı. Zâten Hüsrev'in
mümtaz bir hasiyeti budur ki; şimdiye
kadar bana gelen bütün mektublarının hiçbirisi beni
incitmiyor.. elîm zamanlarımda
da yumuşak
geliyor, ruhumu okşuyor.
Bu cihette dahi ona şahsım itibariyle çok
minnetdarım.
Hulusi-i sâni Sabri'nin, malûm kardeşleri hesabına tebriknamesi beni
derinden derine sevindirdi. O has kardeşimizin takdir ve tahsin
noktasında
ileri olması,
Hüsrev ve Hasan Feyzi hakkında
çok güzel takdiratı,
beni cidden müferrah eyledi. Hasan Feyzi'nin Denizli
şakirdlerinin
hesabına
tebriki dahi onun yüksek irtibatını, kuvvetli alâkasını gösterdi.
Kastamonu fedakârları namına Kastamonu'nun
Hüsrev'i ve Rüşdü'sü
olan Feyzi ve Emin'in tebrikli mektubu ve Feyzi'nin malûm hâdisede hiçbir endişe verecek bir hal
vuku' bulmadığını, bilakis bir teşvik kamçısı hükmüne geçtiğini yazması, bizim endişemizi izale etti.
Nazif'in o havalideki kardeşlerimizin namına tebriki ve
Nazif'in sarsılmaz
sadakat ve irtibatı
ve kuvvetli ümidleri bize tam bir nefes aldırdı. Onun hususî
rakibleri bulunduğu
için telaşlı
sh:
» (E: 83)
idim.
Sadakatı hârika olduğu gibi, cesareti de o
nisbette olan Halil İbrahim'in
(R.H.) doğrudan
doğruya
benim adresime gönderdiği tebrikini aldım. Onu ve Nur'un
dikkatli avukatı
başta
olarak onların
umumuna selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.
Medrese-i Nuriye kahramanlarından Şükrü Efe'nin,
kuşların ve serçelerin
alâkadarlıklarını gösteren mektubu,
kahraman marangozun teyidini teyid etti, bizi de memnun etti.
Atabey kardeşlerimizden, Lütfü
vârislerinden Ali Osman'ın
mektubundaki sualine cevab vermeğe
vakit bulamadık.
İşte bu mezkûr kardeşlerimizin her biri
temsil ettikleri kendilerine ve arkadaşlarına ayrı ayrı ruh u canımızla maddî ve manevî
bayramlarını tebrik ediyoruz ve
büyük Re'fet kardeşimize,
binler safalar ile geldin deriz.
Umum kardeşlerime ki, içinde
masumlar taifesi ve ümmî ihtiyarlar ve fedakâr hemşireler taifeleri
olarak birer birer üçüncü olarak bayramlarınızı tebrik ve selâm ve
selâmet ve saadetlerine dua ederek hatm-i mekal ediyorum.
*
* *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Merhum şehid Hâfız Ali'nin (R.H.)
kitablarıyla
beraber bana gelen mübareklerin pehlivanı ve Abdurrahman'ların kahramanı büyük ruhlu Küçük
Ali'nin "Sikke-i Tasdik-i Gaybî" namındaki mecmuası çok güzel ve
münasibdir. Fakat Lâhika'da ve bilhassa Emirdağı parçasında, Risale-i Nur'un
kerametlerine alâkadar zelzele ve yağmur ve kuşlar bahisleri gibi
daha münasib gördüğünüz mektublar o
Sikke'nin âhirine girse, daha güzel olur. Bu münasebetle, Mübarekler Heyeti'nin
bayramlarını tekrar tebrik ile
Küçük Ali'ye bin bârekâllah derim.
Safranbolu bahadırı fedakâr Mustafa
Osman'ın
buradaki şakirdlere
gönderdiği güzel mektubu
okudum. Bu zât dahi Hasan Feyzi gibi fevkalâde sadakatini ve hüsn-ü zannını edibane yazmış; fakat Risale-i
Nur'un şahs-ı manevîsi yerine bana
haddimden çok ziyade makam vermiş.
Üstadını kendi parlak
âyinesinde çok parlak görmüş. Ben de onun o
hüsn-ü zannını bir manevî dua
yerinde kabul ettim. Hem onun, hem civarındaki kardeşlerimizin bayramlarını tebrik ederiz.
*
* *
sh:
» (E: 84)
Muhterem, sevgili, mübarek kardeşlerim Risale-i Nur
talebelerine beyan ediyorum ki:
Risale-i Nur nurdan bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki
mevcudatın
tesbihatları
onda dizilmiştir.
Risale-i Nur âhize ve nâkile ile
mücehhez bir radyo-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lâmbaları, âyine; tel ve
bataryaları
hükmündeki satırları, kelimeleri,
harfleri öyle
intizamkârane ve îcazdarane bastedilmiştir ki; yarın her ilim ve fen
adamları
ve her meşreb
ve meslek sahibleri ilim ve iktidarları mikdarında âlem-i gayb ve
âlem-i şehadetten
ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar
olabilir.
Risale-i Nur mü'minlere; Kur'an'dan
hedaya-yı
hidayet, kevneyn–i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman'dır.
Risale-i Nur kâinata, baharın feyzini veren bir
âb-ı
hayat ve ayn-ı
rahmet ve mahz-ı
hakikat ve bir gülzar-ı
gülistandır.
Risale-i Nur lütf-u Yezdan, kemal-i
iman, tefsir-i Kur'an ve bereket-i ihsandır.
Risale-i Nur kâfire hazan, münkire
tufan, dalalete düşmandır.
Risale-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir
sandukça-i cevher ve menba-i envardır.
Risale-i Nur hakaik-i Kur'an ve
mi'rac-ı
imandır.
Risale-i Nur Kur'an ve Hadîs'ten
sonra sertac-ı
evliya, sultan-ül eser ve zübdet-ül meâni ve atâyâ-yı İlahî ve hedaya-yı Sübhanî ve feyyaz-ı Rahmanî'dir.
Risale-i Nur bir bahr-ı hakaik ve bir sırr-ı dekaik ve kenz-ül
maarif ve bahr-ül mekârimdir.
Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve
mâ-i zemzem, sağlara
maişet-i
hakikat ve rîh-ı
reyhan ve misk-i anberdir.
Risale-i Nur mev'id-i Ahmedî
(A.S.M.) ve müjde-i Haydarî (R.A.) ve beşaret ve teavün-ü Gavsî (K.S.)
ve tavsiye-i Gazalî (K.S.) ve ihbar-ı Farukî (K.S.)dir.
Risale-i Nur Şems-i Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın elvan-ı seb'ası, Risale-i Nur'un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir
kitab-ı
ubudiyet, hem bir kitab-ı
emr ü davet, hem bir kitab-ı
zikir, hem bir kitab-ı
fikir, hem bir kitab-ı
hakikat, hem bir kitab-ı
tasavvuf, hem bir kitab-ı
mantık,
hem bir kitab-ı İlm-i
Kelâm, hem bir kitab-ı İlm-i
İlahiyat,
hem bir kitab-ı
teşvik-i
san'at, hem bir kitab-ı
belâgat, hem bir kitab-ı
isbat-ı
vahdaniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır.
Risale-i Nur Kur'an semalarından bir sema-yı maneviyenin güneşleri, ayları ve yıldızlarıdır. Nasılki zâhiren, perde-i
esbab olan Güneş'ten,
Kamer'den ve kevkeb-i münirden bütün kâinat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşv ü nema ve hayat
buluyor. İşte
Risale-i Nur da Kur'an-ı
Mu'ciz-ül Beyan'dan alıp
saçtığı şualarla
bütün âleme hayat ve âdeme kâmil insan ve kulûbe
sh:
» (E: 85)
neş'e-i iman ve ukûle
yakîn bir itminan ve efkâra inkişaf-ı iman ve nüfusa
teslim-i rıza
ve candır.
O sema-yı
maneviyeyi bazan ve zâhiren bihaseb-il hikmet âfâkî bir bulut kütlesi kaplar. O
celalli sehabdan öyle
bir baran-ı
feyz-i rahmet takattur eder ki; sünbüllenmeye müstaid tohumlar, çekirdekler,
habbeler o sıkıcı ve dar âlemde gerçi
muzdarib olurlar, o sıkılmaktan üzerlerindeki
kışırları çatlar ve yırtarlar; o anda
bulutlar da ufuklara çekilip nöbetçi
vaziyetinde beklemesi bir imtihan-ı Rabbanî ve bir inkişaf-ı feyezanî ve bir
rahmet-i nuranîdir ki; evvelceki bir habbe; bir çekirdek yeniden taze bir
hayata iştiyakla
ve neş'e-i
inkişafla
meyvedar koca bir ağaç
suretini alır
ve يُبَدِّلُ
اللّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar olurlar.
Evet yirmi senedir devam eden şu mevsim-i şita, inşâallahü teâlâ nihayet
bulmuş
ola... Dünyaya yeni ve feyizli bir fasl-ı nevbahar gele ve âlemin yüzü
nur ile güle...
Risale-i Nur Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan,
ilişmek
isteyen her el kırılır ve her dil kurur.
Kur'an-ı
Mu'ciz-ül Beyan'ın
وَمَا
اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ kavl-i şerifinin îma ve işaratından şu devrede Türk lisanının sadmeler
geçirmesine bakılırsa, "Risale-i
Nur", Türkçe'de, lisan üzerinde de imam olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan
Risale-i Nur'un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedeceklerine
dair işaret-i
Kur'aniyedendir demiş
olsam hata etmemiş
olurum zannederim.
Başta Üstadımız olduğu halde bilumum kardeşlerimize samimî
selâmlarımla
arz ve hürmetler eyler, mübarek bayramlarını tebrik ve tes'id
eylerim. Üstadım hakkında bir şey yazamadım. Çünki veraset-i
Muhammediye (A.S.M.) makamında
olan bir zât-ı
âlî-kadr hakkında
ne diyebilirim? Ona Hasan Feyzi Efendi kardeşimizin sözlerini tekrar
etmekten başka
bir şey
bilmem.
Milas ve havalisi Risale-i Nur talebeleri namına duanıza muhtaç
Halil İbrahim (R.H.)
[Halil İbrahim'in Risale-i Nur hakkındaki parlak fıkrasının sonunda kaydedilip, ikisi beraber Emirdağı mektublarının âhirlerinde kaydedersiniz. Bu zât, Risale-i Nur'un çok
eski ve çok sadık ve çok fedakâr bir şakirdidir,
Risale-i Nur'a hitab ederek bu mektubu yazmış. هذَا
مِنْ فَضْلِ رَبِّى ]
Said Nursî
* * *
sh: » (E: 86)
sh: » (E: 86)
Risale-i Nur
Mazhar-ı esma u sıfât-ı Bediüzzaman'dır bu
Mev'ûd-u
risaletten bizlere fazl-ı ihsandır bu
Kenz-i
mahfîde muhit-i mekteb-i irfandır bu
Hava-i
zulmette işrak eden şems-i tâbândır bu
Mişkât-ı misbahtan menşur-u
hakikat-ı Kur'andır bu
Mevsim-i
âsârda yekta bir gülistandır bu
İrşad-ı feth-i keşifte serencam-ı
hidayettir bu
Sefine-i
necatta sırr-ı menzile vusule kaptandır bu
Leyle-i zulmet-i cehilde nur-u çırağ-ı Yezdan'dır bu
Gamgin
gönüllerde behçet-i ferah, feza-yı şâdümandır bu
Şems-i Kur'andan
akseden nur-u irfandır
bu
Sultan-ül eser ve zübdet-ül meâni-i
tefsir-i Furkan'dır
bu
Şeref-i Ehl-i Beyt ve teşci-i Gavs-ı Azam'dır bu
Etba-i Ehl-i Sünnet ve iklim-i
marifette sultandır
bu
Maden-i marifet ve ibraz-ı şefkatte ümm-ül enamdır bu
Cism-i velayette evliyaya ruh-u
feza-yı
candır
bu
Kevkeb-i muhakkikînde mü'minlere
atâ-yı
Sübhan'dır
bu
Vahdet-i mevcud ve râhının semasında kehkeşandır bu
İlm ü marifet bahrinde dürr-i
yekta-yı
mercandır
bu
İlm ü hakikatta şu'ledar mâhitab-ı âhirzamandır bu
Müstağrak-ı envar-ı safada gelen
bahardandır
bu
Teslim-i rıza ve nezahet-i istiğnada aynı iz'andır bu
Risale-i Nur talebelerine hakikat-ı kıble-i imandır bu!..
Halil
İbrahim
(R.H.)
sh: » (E: 87)
RİSALE-İ NUR
Bu Nur eser tefsiridir o semavî
kitabın
İlân eder hakikatı, emr-i hakkı bildirir
İsyanlara, zulümlere maruz
olan cihanın
Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.
Bu eserdir muzdarib gönüllere teselli
Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar
Bu eserdir her zulmette selâmetin
rehberi
Ehl-i iman bu sayede, bu eserle hür
yaşar...
Masumlara bir öğüttür, gençlerin de
rehberi
Her mazluma "Ağlama" der, güleceksin
yarın
sen
Tesellisi çok yücedir, ibretlidir
dersleri
Beli bükük ihtiyara müjde verir
derinden!
Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden
Kudret eli hâmisidir, hayret-feza
hükmü var
Muannidler teslim olur hükmüne mağrur iken
Her serseri feylesofu meftun eden
nuru var!
Bu nur eser her bilginin, her
mü'minin sertacı
Derdlilerin dermanıdır, her münkiri
tokatlar
Şirklerin hem hedimidir, hem her
kaygu ilâcı
Zındık, zalim ilişirse başında volkan patlar!
Ey güç yetmez dehşet veren haletlerden
ağlayan
Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma
Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan
Gir bu Nur'un âlemine, fânileri çağırma...
Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan, durma uyan
Hevesatın bir ejderdir,
kalbini kemirecek
Yarın mes'ud olacaktır yoklukta Hakk'ı bulan
Nur'a
ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek
Huzuruna
uhrada ihtişamlar serilecek.
Risale-i Nur'un kusurlu hâdimi
Zekâi
sh: »
(E: 88)
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Şimdiye
kadar gizli münafıklar, Risale-i Nur'a kanunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz
müsbet hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman
tedafüî vaziyetinde idik. Şimdi plânları akîm
kaldı. Bilakis tecavüzleri Risale-i Nur'un dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla Asâ-yı Musa'yı tab'etmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nur'a veriliyor
gibidir. Bu hâdisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak
gerektir:
Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle şimdi iki
dehşetli manevî belayı
def'etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak,
ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden
ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu
vatanı manevî istilasına karşı Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir. Ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın
ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben
dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa'da istilakârane
hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli
cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir
kal'a olduğu gibi; âlem-i İslâmın ve Asya kıt'asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu'cize-i Kur'aniyedir. Bu memleketin vatanperver
siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur'u tab'ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper
olsun.
Acaba bu
yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda acib inkılab ve
infilâklarda bu mübarek vatan, Kur'anını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? Her ne
ise... Risale-i Nur'a, daha vatana, idareye zararı
dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez, daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid'a tarafdarı veya
enaniyetli sofî-meşreblileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur'a karşı -iki sene evvel İstanbul'da
ve Denizli civarında olduğu gibi- istimal etmek ve Risale-i Nur'a ve şakirdlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeğe münafıklar çabalıyorlar. İnşâallah muvaf
sh: » (E: 89)
fak olamazlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar. "Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz." deyip yatıştırsınlar.
Sâniyen:
Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Büyük Hâfız Ali manalarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı
Risale-i Nur'da yüz yerde var. "Risale-i Nur'un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı ne içindir? Bir âmî mü'minin imanı büyük
bir velinin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?" diyor.
Elcevab:
Başta Âyet-ül Kübra meratib-i imaniye bahislerinde ve âhire yakın müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî beyanı ve
hükmü ki: "Bütün tarîkatların müntehası ve en büyük maksadları,
hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mes'ele-i imaniyenin kat'iyetle vuzuhu, bin
kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir." ve Âyet-ül Kübra'nın en âhirdeki ve Lâhika'dan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevab olduğu gibi, Meyve Risalesi'nin tekrarat-ı Kur'aniye hakkında Onuncu Mes'elesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarlı ve kesretli tahşidat-ı Kur'aniyenin hikmeti, aynen bitamamiha onun hakikî tefsiri olan Risale-i
Nur'da cereyan etmesi de cevabdır.
Hem
iman-ı tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve şübhelere
karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali'nin mektubuna öyle bir cevabdır ki, bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.
İkinci Cihet: İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, imanın o
derece kesretli hakikatları var ki, binbir esma-i İlahiye
ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki: "Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve
kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir" diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.
Evet
iman-ı taklidî, çabuk şübhelere
mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O meratiblerden
ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir
sh: » (E: 90)
şübheye karşı bazan mağlub olur.
Hem
iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki,
pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye
adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir
Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir.
Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir
halt edemez. Ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın binler cild kitabları, akla
ve mantığa istinaden te'lif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî
bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer
kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur'anın
mu'cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye; o ülema ve
evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risale-i Nur bu câmi' ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip,
bin seneden beri Kur'an aleyhine ve İslâmiyet
ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına
tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur'an
ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara
karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur'an nuruyla vesile olsun. Hadîs-i Şerif'te vardır ki: "Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır." "Bazan bir saat tefekkür, bir sene
ibadetten daha hayırlı olur." Hattâ Nakşîlerin
hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir. Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder